Neden Geri Kaldık?

Bazen bir uygarlığın çöküşü, bir anda, tek bir savaşla ya da bir liderin hatasıyla gelmez. Çöküş, çoğu zaman sessiz bir düşüştür; toplumsal reflekslerin körelmesi, rekabetin sona ermesi ve zihinsel uyanışın yerini durgunluğa bırakmasıyla gelir. Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşememe meselesi tam da bu biçimde, karmaşık nedenlerin iç içe geçtiği bir tarihsel yolculuktur. Bugün sık sık “neden geri kaldık?” diye sorduğumuzda, cevabı yalnızca dış etkenlerde aramak büyük bir yanılgıdır. Asıl nedenler içeride, zihniyette, sistemde, toplumsal yapıdadır. Osmanlı, kendi içinde değişim üretecek sınıfları doğuramadığı, liderlik sistemini tahrip ettiği ve toplumsal enerjiyi serbest bırakmadığı için geri kaldı. Bu geri kalış sadece teknolojik değil, aynı zamanda siyasal, sosyal ve kültürel bir geri kalıştır. Tanzimat dönemi, bu çöküşün kıyısında doğan bir umut gibiydi. Ancak umutlar sistemin çerçevesi değişmeden kalıcı olamazdı.

Batı Avrupa’nın modernleşme süreci; feodal beylerin, zengin toprak sahiplerinin, kentli burjuvaların ve kilise dışı düşünürlerin oluşturduğu bir denge oyunuydu. Krallar, her zaman tek ve mutlak güç değildi. Bazen parlamentolar, bazen aristokrat aileler, bazen de zengin ticaret sınıfı onları dizginledi. Bu denge, fikirlerin çatışmasını, hukukun gelişmesini ve devletin şeffaflaşmasını sağladı. Fransa’da devrimler oldu, İngiltere’de kanunlar güçlendi, Almanya’da bilim ve sanayi sınıfı öne çıktı. Her biri, kralın yetkisini sınırlayan bir toplumsal güce sahipti. Bu nedenle Batı’da modernleşme, yalnızca bir devlet reformu değil; aynı zamanda toplumsal güçlerin birbirini dengelediği bir evrimdi. Osmanlı’da ise işler farklı ilerledi. Toprak hiçbir zaman kalıcı mülkiyet değildi. Mülkün sahibi devletti. Tımar sistemiyle topraklar hizmete karşılık verilir, sonra geri alınırdı. Bu nedenle servet biriktirilemezdi. Aileler zenginleşemezdi. Bir hanedan ya da soy, birkaç kuşak boyunca siyasi ve ekonomik güç biriktiremediği için, halktan gelen alternatif bir güç odağı da doğmadı. Devlet merkezdi, taşra ise yalnızca itaatti.

Bu tek kutuplu yapı, uzun süre istikrar sağlamış olabilir; ama kriz anlarında alternatifsizliğiyle kırılgandı. Osmanlı’nın modernleşme sürecine girmekte gecikmesinin ardında yatan temel sebeplerden biri budur. Rekabet, gelişmenin motorudur. Oysa Osmanlı’da bu rekabet yalnızca saray içinde, çoğu zaman da ölümle sonuçlanan taht kavgalarında yaşandı. Devletin dışında kalan halk, yönetime katılamadı. Bilgi üretimi, yalnızca ulemanın elinde tekelde kaldı. Matbaa geç geldi. Medrese, yeniliğe kapalıydı. Tüccar sınıfı zayıftı. Zanaatkârlar loncalarda katı kurallara bağlıydı. Ne ekonomik ne de düşünsel bir hareketlilik vardı. Devlet, halkı değil, halk devleti taşıyordu. Bu ters yapı, değişimi aşağıdan yukarıya değil, yalnızca yukarıdan aşağıya indirgemeye çalıştı. Oysa toplumsal dönüşüm ancak karşılıklı bir diyalogla mümkündür.

Tanzimat, işte bu katı yapının içinde doğan bir çatlak gibiydi. 1839’da ilan edilen Gülhane Hatt-ı Hümayunu, herkese can, mal ve namus güvencesi vereceğini vaat ediyordu. Vergi sistemini düzene sokacak, askere alma esaslarını belirleyecek, yargıda adalet sağlayacaktı. Bir bakıma, Osmanlı devleti halkına ilk defa vatandaşlık vaadinde bulunuyordu. Ancak bu vaadi gerçekleştirecek ne ekonomik güç, ne de idari kapasite vardı. Üstelik halk da bu reformların anlamını bilmiyordu. Birçok kişi için Tanzimat, yalnızca vergi memurlarının artması, askerlik süresinin uzaması, alışılmış düzenin bozulması anlamına geldi. Eğitimli bir kamuoyu yoktu. Ne gazeteler, ne sivil toplum, ne üniversiteler vardı. Reform, tepeden inmişti ama zemini yoktu. Üstelik bu reformları gerçekleştirecek kadro da sınırlıydı. Reşit Paşa, Âli Paşa, Fuat Paşa gibi birkaç zeki bürokrat dışında, yeniliği kavrayan bir entelektüel elit henüz doğmamıştı. Saray bile bu reformlara tam anlamıyla inanmış değildi. Her yeni padişah, öncekine göre daha temkinliydi. Bürokrasi ile hanedan arasında zamanla bir gerilim doğdu. Reformlar kağıt üstünde kaldı.

Bu dönemde Batı’daki burjuva sınıfı zenginleşip siyasi haklar kazanırken, Osmanlı’da hâlâ merkezden atanan valiler taşraya hükmediyordu. Yerel halk, yönetime katılamıyordu. Toplumun üretebildiği tek şey itaatti. Oysa Batı’da halk, kralı sınırlayan bir güç haline gelmişti. Bu yüzden Avrupa’da anayasal düzen doğarken, Osmanlı’da yalnızca fermana dayalı yönetim şekli sürdü. Ne vergi verenin vergide söz hakkı vardı, ne askere gidenin barışta iradesi. Hukuk, padişah fermanına bağlıydı. Kurumlar bağımsız değildi. Bu da istikrarı zedeliyor, yeniliği geciktiriyordu.

Bu yapının bir başka önemli açmazı da liderlik üretme kapasitesinin zayıflığıydı. Osmanlı, uzun süre boyunca şehzadeleri sancaklara gönderip yöneticilik eğitimi vererek devletin başına hazırlardı. Ancak 17. yüzyıldan itibaren bu uygulama kaldırıldı, yerine “kafes usulü” geldi. Şehzadeler saray içinde tecrit edildi, siyasetten ve halktan yalıtıldı. Bu uygulama, belki taht kavgalarını azalttı ama aynı zamanda devleti yönetebilecek nitelikli, tecrübeli, halkla teması olan bir liderin yetişmesini de imkânsız hale getirdi. Artık tahta çıkan padişahlar çoğu zaman devlet yönetiminden bihaber, halkla bağı kopuk, karar verme yeteneği gelişmemiş kişilerdi. Saray çevresi, harem, vezirler ve kapıkulu bürokrasisi devletin gerçek yöneticileri haline geldi. Karizma, vizyon ve liderlik, yerini düzeni koruma refleksine bıraktı. Tanzimat’tan itibaren devleti ileriye taşıyacak bir lider çıkmaması, sadece bu sistemsel bozukluğun değil, aynı zamanda siyasi rekabetin de tamamen ortadan kalkmış olmasının sonucuydu.

Osmanlı’da aile dışı siyasi rekabet yoktu. Bir Müslüman aile, ekonomik ya da entelektüel anlamda gelişse dahi, devlet içinde kalıcı bir nüfuz elde edemiyordu. Çünkü bu sistemde yalnızca hanedan kutsaldı. Devletin sahibi yalnızca saraydı. Oysa Avrupa’da hanedanlar, aristokrat ailelerle, kilise ile, burjuvazi ile sürekli bir rekabet ve denge içindeydi. Kimi zaman bu dengeler savaşlara, devrimlere, reformlara yol açtı; ama aynı zamanda sistemi güncel tuttu, yeni aktörlerin çıkmasına imkân verdi. Osmanlı’da ise ne böyle bir denge kurumu vardı, ne de onu zorlayacak bir toplumsal katman. Bürokrasi ile halk arasında derin bir mesafe vardı. Halktan gelen birisi, ne kadar zeki ve çalışkan olursa olsun, sistemin en üst kademelerine ulaşamazdı. Enderun Mektebi gibi kurumlar vardı ama bu da saraya bağlı seçilmiş kişilere kapalıydı. Bu yapı zamanla yetenekli insanların devletten uzaklaşmasına yol açtı.

Öte yandan coğrafya da bu süreci zorlaştıran unsurlardan biriydi. Osmanlı, hem Avrupa kıtasında hem de Asya ve Afrika’da geniş topraklara hükmediyordu. Ancak bu toprakların sosyal yapıları, dilleri, gelenekleri, eğitim düzeyleri ve devletle kurdukları ilişkiler birbirinden çok farklıydı. Balkanlar’da milliyetçilik yükselirken, Arap coğrafyasında mezhep temelli sadakatler hâkimdi. Anadolu’da hâlâ tarikatlar, aşiretler ve ağalık sistemi etkiliydi. Bu çeşitlilik, merkezi yönetimin modernleşme hamlelerini homojen bir şekilde uygulamasını zorlaştırdı. Bir tarafta matbaanın, laik eğitimin, yeni hukuk sistemlerinin konuşulduğu Rumeli; diğer tarafta din adamlarının ve şeyhlerin otoritesinin baskın olduğu Arabistan vardı. Tanzimat reformları bu geniş coğrafyada aynı anda karşılık bulamadı. Bir bölgede destek gören düzenlemeler, başka bir bölgede dirençle karşılaştı. Bu nedenle reformlar parçalı kaldı.

Tüm bunların üstüne ekonomik bağımlılık geldi. Tanzimat döneminde Osmanlı, modern kurumları kurmak için Batı’dan kredi almaya başladı. İlk borç 1854’te Kırım Savaşı sırasında alındı. Sonraki yıllarda da borçlanma sürdü. Bu borçlar genellikle tüketim için değil, savaş ve maaş ödemeleri için kullanıldı. Yatırıma, üretime, sanayiye ayrılan pay son derece düşüktü. Devlet borçlandıkça mali bağımsızlığını kaybetti. Düyûn-u Umûmiye İdaresi kurulduğunda, devletin gelir kaynaklarının önemli bir bölümü Avrupalı alacaklılara devredilmişti. Ekonomik bağımsızlığını kaybeden bir ülkenin, siyasi ve sosyal reformları kalıcı hale getirmesi de mümkün değildi. Zira reformların zemini sağlam değildi. Osmanlı, iç dinamikleriyle değil, dış baskılarla modernleşmeye zorlandı. Bu modernleşme, halkın talebiyle değil, Batı’nın dayatmasıyla geldi. Bu da reformlara halkın sahip çıkmamasına yol açtı.

Eğitim sisteminin dönüşmemesi de modernleşme sürecinde büyük bir engel oluşturdu. Medreseler klasik eğitimi sürdürüyor, yeni bilim dallarına kapalıydı. Tanzimat ile birlikte rüşdiye, idadi ve sultani gibi modern okullar açıldıysa da, bu okullar ile medrese arasında bir bağ kurulamadı. Bu durum, iki farklı insan tipinin oluşmasına yol açtı: biri gelenekselci, diğeri modernist. Ancak bu ikisi birbirini anlamıyor, birbirine güvenmiyordu. Eğitimli gençler Avrupa’ya gönderiliyor, Batı’da gördükleri yeniliklerle geri dönüyorlardı; ama ülkenin kültürel iklimi buna henüz hazır değildi. Dolayısıyla yenilik, birikim haline gelemiyor, düşünce üretimi bireysel çabalarla sınırlı kalıyordu. Basın, edebiyat, tiyatro gibi araçlar gelişti ama kitlesel okuryazarlık olmadığından topluma yayılması sınırlı kaldı.

Tanzimat’ın en büyük açmazı, belki de toplumu dönüştürmek için yola çıkmış bir yapının, aslında toplumdan kopuk olmasıydı. Reşit Paşa’nın kaleminden çıkan reformlar, halkın ne yaşadığına ne inandığına ne de beklentilerine dayanıyordu. Özgürlük, eşitlik, mülkiyet güvenliği gibi kavramlar, Batı’da yüzlerce yıl süren bir sosyal evrimin sonucuydu. Bu kavramlar, burjuvazinin, köylünün, işçinin kendi mücadelesiyle kazanılmıştı. Oysa Osmanlı’da bu değerler yukarıdan, Batılı diplomatların baskısıyla halka sunulmuştu. Bu yüzden halkın büyük kısmı Tanzimat’ı bir “Batı’nın dayatması” gibi gördü. Kimileri bu düzenlemeleri İslam’a aykırı buldu, kimileri ise anlamlandıramadı. Reformlar uygulamaya geçmeden ötekileşti.

Islahat Fermanı’nın ilanı da bu kopukluğun başka bir örneğidir. 1856’da ilan edilen bu ferman, özellikle gayrimüslimlere eşit haklar vermeyi amaçlıyordu. Askerlik, vergi, memuriyet, ibadet özgürlüğü gibi konularda birçok yenilik getirildi. Ancak bu düzenlemeler Müslüman halkta rahatsızlık yarattı. Çünkü geleneksel olarak toplumda Müslümanlar ayrıcalıklıydı. Şimdi gayrimüslimlerle eşitlenmeleri, hem dinî hem de sosyal olarak tepki doğurdu. Reformlar toplumsal mutabakatla yapılmadığı için, yeni düzen eski düzene karşı bir kriz üretti. Bu da ayrışmayı ve huzursuzluğu artırdı. Batı’nın talep ettiği haklarla halkın değerleri arasında bir uçurum doğdu. Oysa başarılı modernleşmeler, halkla birlikte yürüyen modernleşmelerdir.

Reform süreci içinde halkla devlet arasındaki güven duygusu zayıfladı. Devlet, halkına söz veriyor ama tutamıyordu. Tanzimat Fermanı “herkesin canı, malı, namusu korunacaktır” diyordu ama taşrada bu güvenlik hiç sağlanamadı. Yargı reformları kağıt üzerinde kaldı. Memurlar rüşvetle iş görmeye devam etti. Askerlik reformları, fakir halk çocuklarının cepheye gönderilmesiyle sonuçlandı. Eğitim reformları, ancak şehir merkezlerinde etkili oldu. Devletin reform vaatleri ile halkın yaşadığı gerçekler arasında büyük bir fark oluştu. Bu fark, devlete olan sadakati aşındırdı. Halk, devletin söylediğine değil, gördüğüne inanmaya başladı. Ve gördüğü şey, adalet değil çifte standarttı. Bu nedenle reformlara karşı zamanla bir yılgınlık, bir kayıtsızlık ve hatta bir direnç doğdu.

Modernleşme, aynı zamanda bir zihniyet devrimidir. Hukukun üstünlüğüne, bireyin haklarına, devletin hesap verebilirliğine inanç gerektirir. Oysa Osmanlı’da bu inanç ne halkta ne de yönetenlerde tam anlamıyla oluşmamıştı. Geleneksel yapının içinde büyüyen insanlar, devletin kutsal olduğuna, padişahın Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğuna inanıyordu. Bu nedenle padişaha karşı hak talebinde bulunmak, haddi aşmak gibi görülüyordu. Bu zihniyet kırılmadan, reformların başarıya ulaşması zordu. Batı’da insanlar, haklarını almak için sokaklara dökülmüş, devrimler yapmış, bedel ödemişti. Osmanlı’da ise reformlar bir fermanla verilmiş ama sahici bir dönüşüme yol açmamıştı. Çünkü talep halktan gelmemişti.

Toplum, değişim fikrini içselleştiremediği gibi, onu taşıyacak kurumsal altyapı da kurulamadı. Ne bağımsız yargı, ne özgür basın, ne etkili bir yerel yönetim sistemi kuruldu. Meclis bile çok geç kuruldu, 1876’da. Üstelik çok kısa sürdü. II. Abdülhamid döneminde meşrutiyet askıya alındı ve otoriterleşme başladı. Bu da gösterdi ki reform süreci hem çok geç başlatılmış hem de çok kırılgan bir zemine oturtulmuştu. Bu kırılganlık, dış baskılarla iyice belirgin hale geldi. Osmanlı artık Avrupa’nın hasta adamı olarak görülüyordu. Toprak kayıpları hızlandı. Milliyetçilik hareketleri imparatorluğu parçalamaya başladı. Modernleşme süreci, birliğe değil, ayrışmaya yol açtı. Çünkü bu süreci halkla değil, Avrupa’nın gözüyle okumaya çalıştık.

Sonuç olarak Tanzimat ve modernleşme süreci, güçlü bir irade, geniş bir vizyon ve derin bir halk desteği olmadan başarıya ulaşamadı. Çünkü Osmanlı’da:

Devletin dışında bir güç odağı yoktu.

Aile dışı siyasi rekabet bulunmuyordu.

Toplumun yönetime katılımı sınırlıydı.

Lider yetiştirme sistematiği yok edilmişti.

Eğitim ikiye bölünmüş, birleştirilememişti.

Toplum, devletin değil; devlet toplumun sırtındaydı.

Zihniyet dönüşümü sağlanmadan kopyalanan modeller benimsenemedi.

Ve bu yüzden Tanzimat, bir umut olarak doğdu ama bir dönüşüm olarak tamamlanamadı. Her reform bir başka direnişi tetikledi, her ilerleme bir başka kırılmayı doğurdu. Geriye dönüp baktığımızda, Tanzimat sadece bir modernleşme girişimi değil, aynı zamanda bir “neden geri kaldık” sorusunun cevabıdır. Çünkü modernleşme yalnızca teknik bir mesele değil; tarihsel, kültürel, sınıfsal ve zihinsel bir bütünlük ister. O bütünlük sağlanmadıkça, ne Tanzimat bizi ileriye taşıyabildi ne de biz onu gerçekten taşıyabildik. Geride kalışımızın hikâyesi, işte tam da burada başlar. Geriye düşüşümüz, sadece Batı’nın bizden ileride olmasından değil, bizim kendi içimizde liderlik, rekabet ve adalet üretme mekanizmalarımızı kaybetmiş olmamızdandır. Çünkü tarih, sadece kimin kazandığını değil, kimin neden kazanamadığını da yazar. Ve biz, o yazının içindeyiz.

Yorum bırakın