Türkiye’de ekonomiden söz edildiğinde, genellikle birkaç gösterge etrafında konuşmaya alışığızdır. Enflasyon oranı kaç? Dolar kuru ne oldu? Faiz düştü mü, çıktı mı? Büyüme oranı ne kadar? Cari açık ne durumda? Oysa ekonomiyi sadece bu göstergelerle okumak, gökyüzüne sadece dürbünle bakmak gibidir: Yakın olanı büyütür ama bütünü göstermez. Ekonomi, yalnızca bir matematik meselesi değildir. Ekonomi bir zihniyet, bir düzen, bir kültür ve hatta bir medeniyet meselesidir. Rakamlar, bu yapının dışarıdan görünen kabuğudur. Asıl olan ise içeride olup bitendir.
Bugün Türkiye ekonomisinin en temel sorunu, bu iç yapının bozulmuş olmasıdır. Rakamlar bazen yükselir, bazen düşer; ama ekonomik ahlak, üretim kültürü, tasarruf alışkanlıkları, rekabet anlayışı, finansal erişim adaleti, vergi sistemi gibi yapısal konular yerli yerinde değilse, bu iniş çıkışların hiçbir kıymeti yoktur. Tıpkı Osmanlı’nın son döneminde görüldüğü gibi… O dönem rakamlar değil, zihniyet bozulmuştu. Harcamalar artmış, gelir toplanamamış, borçlanma saraya ayrıcalık üretmek için kullanılmıştı. Düyûn-ı Umûmiye’nin kapısına giden bir imparatorluk, yalnızca mali iflasa değil, zihinsel tükenişe sürüklenmişti.
Bugünün Türkiye’sinde durum farklı görünüyor olabilir ama yapı benzer şekilde sarsak. Çünkü ekonomi hâlâ kısa vadeli siyasal çıkarların gölgesinde yönetiliyor. Devlet hâlâ kaynak dağıtan bir güç olarak algılanıyor. Piyasa hâlâ ayrıcalıklar üzerinden şekilleniyor. Tüketim, üretimin yerini almış durumda. İnsanlar daha çok kazanmak için değil, daha çok harcamak için motive ediliyor. Oysa ekonomi sadece harcama değil, üretim demektir. Daha doğrusu, anlamlı ve sürdürülebilir üretim.
Peki başka ülkeler bunu nasıl başardı? Güney Kore örneği çok konuşulur, ama altı pek doldurulmaz. O ülke, 1960’larda bizden daha fakir bir konumdayken, bugün dünyanın teknoloji devlerinden biri hâline geldiyse, bu sadece ihracat odaklı stratejiyle değil, toplumsal bir seferberlikle mümkün oldu. Kore’de insanlar tasarrufa teşvik edildi, tüketim sınırlı tutuldu, eğitim reformları yapıldı, en iyi öğrenciler yurtdışına gönderildi ve döndüklerinde devletin kritik kurumlarına yerleştirildi. Bütçe disiplini, üretim etiği ve kamu-özel iş birliği gibi alanlarda istikrar sağlandı. Kore, önce zihinsel olarak kalkındı, sonra ekonomik olarak.
Finlandiya örneği daha da ilginçtir. Savaşlardan bitap düşmüş, doğal kaynakları kısıtlı, nüfusu az bir ülke olan Finlandiya, 1990’larda eğitimi tamamen yeniden tasarladı. Öğretmenlik mesleğini cazip hâle getirdi, müfredatı çocukların eleştirel düşünce ve işbirliği becerilerini geliştirecek şekilde dönüştürdü. Bu reformun ekonomik karşılığı gecikmedi. Bugün Finlandiya, yüksek teknoloji ürünlerinde ve eğitim odaklı start-up ekosistemlerinde Avrupa’nın liderlerinden biri. Çünkü ekonomiyi yalnızca yatırım ve üretim değil, zihin sermayesi olarak da gördüler.
Türkiye ise hâlâ “daha çok inşaat, daha çok tüketim” yaklaşımına saplanmış durumda. Elbette barınma, şehirleşme, altyapı gereklidir ama ekonomi sadece beton değildir. Üretimin yüksek teknolojiye, ihracatın yüksek katma değere, iş gücünün nitelikli emeğe dönüştüğü bir modele geçmediğimiz sürece, enflasyonla da, kurla da, işsizlikle de kalıcı mücadele edemeyiz. Bugün Türk ekonomisinin yüksek enflasyonla boğuşmasının, TL’ye güvenin düşmesinin, yatırımların zayıf kalmasının ardında sadece dış koşullar ya da faiz tartışmaları değil; derin bir yapısal çarpıklık vardır.
Bu çarpıklık, örneğin vergi sisteminde kendini gösterir. Türkiye’de gelir dağılımı adaletsizdir ama daha da kötüsü, vergi yükü bu adaletsizliği derinleştirir. Ücretliler, sabit gelirli çalışanlar vergide omurgayı oluştururken, sermaye kazançları, rant gelirleri ve spekülatif kazançlar ya ya hiç vergilendirilmez ya da sembolik oranlarla geçiştirilir. Vergi sisteminde adalet sağlanmadan, ekonomik adalet de sağlanamaz. Vergi sadece devletin gelir aracı değil; aynı zamanda sosyal sözleşmenin maddi ifadesidir.
Ekonomideki bir başka yapısal sorun, finansal erişim eşitsizliğidir. Bugün Türkiye’de küçük ve orta ölçekli işletmelerin büyük çoğunluğu finansmana erişimde ciddi sıkıntılar yaşıyor. KOBİ’ler genellikle yüksek faizle, ağır teminatlarla, kısa vadeli kredilere mahkûm bırakılıyor. Oysa kalkınma dediğimiz şey, tam da bu işletmelerin büyümesiyle mümkün. Güney Kore’de ya da Almanya’da orta ölçekli işletmeler, devlet destekli yatırım fonları, kamu bankaları ve bölgesel kalkınma ajansları aracılığıyla uzun vadeli ve uygun maliyetli finansmanla destekleniyor. Türkiye’nin de bu alanda yepyeni bir kamu finansman modeli oluşturması gerekiyor.
İşte tam da bu noktada ekonomiyi sadece rakamlardan ibaret görmeyen yeni bir bakışa ihtiyaç duyuyoruz. Bu bakış, ekonomiyi bir toplumsal organizasyon, bir ahlaki düzen, bir üretim kültürü olarak yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Kayıt dışılıkla mücadele etmek için denetim yeterli değildir; vergi bilinci oluşturmak gerekir. İstihdamı artırmak için sadece teşvik yetmez; nitelikli işgücü yetiştirmek gerekir. TL’ye değer kazandırmak için döviz satmak yetmez; TL’yi güvenilir bir para birimine dönüştürmek gerekir.
Türkiye’nin ekonomik meseleleri, sadece Merkez Bankası kararları ya da BDDK düzenlemeleriyle çözülecek kadar yüzeysel değildir. Asıl çözüm, eğitimde, adalette, medyada, aile yapısında, hatta şehir planlamasında gizlidir. Ekonomik kültür, çocuğun tasarruf alışkanlığından başlayarak şekillenir. Ailelerin finansal okuryazarlığı, tüketim alışkanlıkları, bireysel borçlanma kültürü gibi mikro düzeydeki tercihler, makro göstergeleri doğrudan etkiler. O yüzden ekonomi sadece teknokratların işi değildir. Herkesin doğrudan katıldığı bir zihin inşasıdır.
Bu nedenle, Türkiye’nin ekonomik dönüşümü yalnızca üst düzey planlama belgeleriyle değil, gündelik hayata dokunan kültürel değişimle mümkündür. Örneğin Japonya’da bir ilkokul öğrencisi, harçlıklarının bir kısmını her gün küçük bir kumbara sisteminde biriktirmeye teşvik edilir. Bu yalnızca tasarruf alışkanlığı kazandırmak için değil; aynı zamanda uzun vadeli düşünmeyi, plan yapmayı ve maddi kaynaklara saygıyı öğretmek içindir. Türkiye’de ise aynı yaş grubundaki çocuklar reklamlarla, dijital oyunlarla ve sosyal medya etkisiyle “hemen tüket” davranışına yönlendirilir. Yani sorun yalnızca enflasyon oranı değildir; tasarruf kültürünün çöküşüdür. Ve bu çöküş, faiz kararlarıyla değil, kültürel inşa ile telafi edilebilir.
Ekonomik kültür, bir toplumun bireylerine verdiği davranış kalıplarıyla oluşur. Çalışmak ayıp değil, erdemdir. Kazanmak kutsanmaz; hak edilmiş kazanç değer görür. İsraf aşağılanır, tevazu yüceltilir. Bu değerler sistemi çökerse, ekonomi yalnızca matematiksel değil, ahlaki bir çöküş yaşar. Osmanlı’nın son döneminde sarayda yapılan şaşaalı harcamalar, vergi toplayamayan ve askere bile maaş ödeyemeyen bir bürokrasinin çöküşünü getirmişti. Günümüz Türkiye’sinde ise kamuda israf, verimsizlik ve popülizm hâlâ ciddi sorun olarak karşımızda duruyor. Bu sorunları çözmek için mali disiplin yeterli değildir; kamu ahlakı tesis edilmelidir.
İşte bu noktada siyaset kurumunun rolü belirleyicidir. Türkiye’de ekonomi uzun yıllar boyunca siyasetin gölgesinde kaldı. Her seçim döneminde kamu harcamaları artar, bütçe açığı büyür, popülist vaatlerle mali dengeler sarsılır. Oysa gelişmiş ülkelerde seçim ekonomisi, sorumsuzluk değil, güven testi olarak algılanır. Almanya’da bir hükümet, “ekonomide dengeyi bozacak hiçbir söz vermeyeceğiz” diyerek seçime girer ve kazanabilir. Çünkü toplum, ekonomik istikrarın kendisi için ne kadar önemli olduğunu bilir. Türkiye’nin de böyle bir siyasal ekonomi bilincine ihtiyacı var. Ekonomiyi rakamlardan kurtarıp değerlerle buluşturmak, ancak bu bilinçle mümkündür.
Türkiye’deki iş dünyası da bu dönüşümde sorumluluk sahibidir. Bugün birçok büyük firma, sadece kendi kâr hanesini düşünerek strateji belirliyor. Oysa gerçek iş insanı, ülkesinin uzun vadeli kalkınmasına katkı sağlayan, çalışanının refahını önceleyen, etik değerlerle hareket eden kişidir. Japon iş kültüründe “şirketin şerefi”, sadece ürün kalitesiyle değil, topluma karşı duyarlılığıyla ölçülür. Aynı şekilde Amerika’da sürdürülebilirlik ve sosyal etki projeleri, artık şirketlerin piyasa değerini doğrudan etkileyen faktörlerdir. Türkiye’de de iş dünyası, yalnızca devletten teşvik almakla değil; topluma ne kattığıyla ölçülmelidir.
Bir başka mesele, Türkiye’nin üretim yapısının yapay büyüme ile gerçek kalkınma arasındaki ayrımı hâlâ tam kavrayamamış olmasıdır. Ekonomik büyüme oranları yükseldiğinde her şeyin iyiye gittiği sanılır. Oysa bu büyüme içi boş, ithalata dayalı, borçla finanse edilen ve teknoloji transferi olmadan gerçekleşmişse uzun vadede toplumun refahına katkı sunmaz. Gerçek kalkınma, yüksek katma değerli ürünler üretmek, ihracat gelirlerini artırmak ve sermayeyi tabana yaymakla mümkündür. Türkiye’nin yapısal reformlarla bu dönüşümü gerçekleştirmesi elzemdir.
İhracat kompozisyonumuz hâlâ düşük ve orta teknoloji ürünlere dayanıyor. Bu ürünlerin dünya pazarında marjları dar, rekabeti ise yıkıcıdır. Oysa Tayvan, Singapur, Güney Kore gibi ülkeler yüksek teknoloji ürünleriyle sadece gelirlerini artırmakla kalmadılar; aynı zamanda küresel ticarette söz sahibi oldular. Türkiye’nin bu ülkelere yetişebilmesi için üniversiteleri, teknoparkları, araştırma merkezlerini üretim zincirine doğrudan entegre etmesi gerekiyor. Savunma sanayii bu konuda iyi bir örnek. Ancak bu başarı sadece o sektörde kalırsa etkisi sınırlı olur. Türkiye’nin tarımdan otomotive, tekstilden bilişime kadar tüm alanlarda “yüksek teknolojiyle derinleşme” stratejisi geliştirmesi şart.
Son olarak, ekonomi sadece bugünü değil, geleceği planlamaktır. Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri, uzun vadeli ekonomik vizyonunun olmamasıdır. Bugün alınan kararların çoğu 6 aylık döngülere göre şekilleniyor. Oysa ekonominin temel kurumları, 25–30 yıllık projeksiyonlarla hareket etmelidir. Eğitim politikaları, sanayi dönüşüm planları, iklim değişikliğiyle mücadele için yeşil ekonomi adımları, bölgesel kalkınma hedefleri gibi konular, bugünden geleceğe uzanan bir vizyonla hazırlanmalıdır. Aksi hâlde her yönetim değişikliğinde ekonomi yeniden bozulur, yeni bir model tartışmasına girilir ve zaman kaybedilir.
Tarih bize gösteriyor ki, ekonomi sadece para politikası değildir. İngiltere, sanayi devrimini Merkez Bankası’yla değil; üretim kültürüyle, bilimle ve girişimcilikle gerçekleştirdi. Amerika, 1929 Buhranı’ndan sadece Roosevelt’in Yeni Anlaşması’yla değil; savaş sonrası üretim ekonomisine dönüşen vizyonuyla çıktı. Çin, 1980’lerden itibaren dışa açılırken yalnızca piyasa reformları yapmadı; aynı zamanda “Çinli Olmak” kavramını yeniden tanımlayarak milli ekonomi bilinci geliştirdi. Türkiye’nin de buna benzer bir zihinsel seferberliğe ihtiyacı var. Ekonomiyi sadece rakamlarla değil, insana, kültüre, ahlaka ve geleceğe bağlayan bir çerçeveyle düşünmeliyiz.
Belki de en önemlisi, ekonomi milletin güvenini yönetme sanatıdır. İnsanlar paralarına, emeğine, kurumlarına ve geleceğe güveniyorsa, orada üretim artar, girişim çoğalır, tasarruf büyür. Eğer bu güven sarsılmışsa, ekonomi ne kadar büyüse de o büyüme toplumun omurgasına işlenemez. Bugün Türkiye’nin yeniden büyük sıçramalar yapabilmesi için, önce bu güvenin yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Bu ise yalnızca politika değil, bir zihniyet değişimidir. Ve o değişimin ilk adımı, ekonomiyi sadece rakam olarak değil; bir medeniyet ölçütü olarak görmeye başlamaktır.
Yorum bırakın