Köşe’deki Ekonomi

“Ahlaki değerlerinin yozlaşması durumunda, varlık ve kaynak şartları ne olursa olsun, hiç bir toplum meşru yollarla iktisadi açıdan refaha ulaşamaz. Bunun sonucu olarak bir çoğu iktisadi esarete sürüklenip sömürülürken az bir kısmı da gaddarlıklarıyla, sürdürülebilir olmamakla beraber, acımasız birer sömürgeciye dönüşür.”

  • Birkaç haftadır kendi dinamiklerimize, sosyolojimize, kültürümüze, jeopolitik konumumuza, duygu ve düşünce dünyamıza, hasılı bizi biz yapan değer ve gerçeklere uygun bir ekonomi anlayışının öneminden bahsediyorum.


    Batı’yı asırlarca devam eden bir sergüzeşt sonunda dönüştürüp bugünkü konumuna taşıyan sermayesinin ve onun ürettiği değerlerin ortaya koyduğu son sürümdür neo-liberalizm. Sosyolojik, kültürel, siyasi ve iktisadi cephelerde verilmiş ve sermayenin zaferiyle sonuçlanmış büyük bir kavganın ürünüdür.

    Dünyamızı bugünkü adaletsizliğe ve daha sayısız melanete sürükleyen reelpolitikin ta kendisidir. Hayali bir kahraman olan, duyguları bir kenara atılmış, faydasını ençoklamadan başka bir şey düşünmeyen ve her zaman realist davranan homo economicusun güncel sürüm dinidir. 

    Aslında aramaya bulamayacağınız, robotik bir türün haklı haksızı, doğru yanlışı, güzeli çirkini umursamadan sadece maksimum kazanca ve faydaya odaklandığı sefil bir hikayedir.

    Homo economicus bize hiç benzemez. Maddi anlamda faydasını artırmayan her türlü duygusal davranış, tercih ve karar onun için hatalıdır.

    Kusursuz akılcıdır. Sadece kendisiyle ilgilenir. Adeta kendine aşık yapay zeka ürünü bir makinedir. Son nefesine kadar da hep “önce ben! ” der.

    Sadece bu kadarı bile liberal teorilerin baş kahramanı homo economicusun bize ne kadar benzemediğini anlamak içim yeterlidir diye düşünüyorum. Fakat bir o kadar da aydınlanmanın, pozitivizmin, sömürgenliğin bayraktarı Batı’nın iki asırdır talep ettiği insan prototipi olduğunu kavramak için de yeterli bu tanıtım.

    Evet, günümüz iktisadi sisteminin hakim gücü olan Batı ve onun elinde tuttuğu sermaye gücü ile tüm dünyaya dikte ettiği homo economicusu merkeze alan liberal politikaları, reel politik açısından değerlendirildiğinde geçer akçe olduklarından, yani sermayeyi elinde tutan güçlerin diktesi olmalarından ötürü tüm gelişmiş dünya ülkeleri için adeta “olmazsa olmaz” hüviyetine sahip.

    Sınırları kalın çizgilerle çizilmiş bu alanın dışlama çıkanlar inanılmaz zorluklarla ve küresel sermaye tarafından terk edilme cezası ile karşı karşıya kalıyor.

    Sınırların içinde kalan ama sermaye sahibi olmayanlar ise içeride kalmanın ve oyun kurucuların sermayesine ulaşımın bedelini yüzyıldır sömürülmekle ödüyor. Alanın sahipleri tarafından ne dense yapsa bile huzur bulamadığı gibi her geçen gün adeta grubu uygun olmayan bir kanı vücudunu almışçasına komplikasyonlarla karşılaşıyor.

    İşin daha da garibi kurdukları bu sistemin her güncel versiyonu oyunun sahiplerini bile 10-15 yılda bir müthiş bir kasırga ile savurup, onlara bir sonrakine daha büyük bir kasırgaya neden olacak, milletlerini ve medeniyetlerini yıkıma götürücek akıl dışı kararlar aldırıyor.

    İşin içinden çıkıp zincirini kırmak isteyenler her türlü cezayı, ambargoyu ve dışlanmayı göğüslemeye cesaret edince de içerde-dışarda, işi bilen-bilmeyen herkes üstlerine çullanıp canlarını çıkartmaya çalışıyor.

    Çünkü işi bilsin diye eğitilenlere dünyada başka hiç bir seçenek yokmuşçasına sadece düzenin sahiplerinin baş kahramanı homo economicusun alternatifsiz dünyası üzerinden eğitim veriliyor. Bilmeyenlerin durumu zaten malum. En çok kim bağırıyorsa onlara meylediyorlar…

    Halbuki bizim ekonomi alanındaki bildiklerimizin temelindeki bu teori kahramanına karşı evvel zamanda deneyselci gerçeklikler çerçevesinde savaş açıp başka yolların mümkün olduğunu ispat için uğraşan büyük iktisatçıların isimleri hala iktisat tarihi kitaplarında yerlerini koruyor. 

    Bugün onların gösterdikleri yollarda olmamamızın tek nedeni sermayenin merkezi haline gelmiş ülkelerden seslendikleri için seslerinin alçak kalması. 

    Sermayenin merkez güç olmadığı ülkelerden bu sesler yükselebilmiş olsaydı, özellikle İslam Dünyasından bu ataklar gerçekleştirilebilse ve deneyselcilik ilke olarak benimsenseydi şimdi nasıl bir dünyada olurduk tahmin bile edemiyorum.

    Kendi maddi ve manevi değerlerimize uygun, kendi avantaj ve dezavantajlarımızı merkeze alan, kendi gaye-i hayalimize ulaşmak için hazırlanmış, deneye tabi tutulmuş, hataları ve güçlü yanları süreç içerisinde öğrenilip en mükemmel haline ulaştırılmış bir ekonomi anlayışı… İhtiyacımız olan tam olarak bu.

    Ortodoks politikalar bizim gibi sermaye eksikliği yaşayan fakat tarihi ve kültürel mirası sebebiyle apayrı bir manevi sermayeye sahip olan, bölgesel bir güç olup en büyüklerin masasında sandalye sahibi olmak isteyen, kendi dinamikleri ile varlığını anlam yüklemek isteyen, kendini bu anlamlandırmaya mecbur hisseden ülkeler için ancak ringin kenarında bir sonraki raunda hazırlananlar için bekletilen taburelere benzer. Oralarda uzun süre oturamayız. Ama kötü bir raunddan sonra dinlenmek için inanılmaz önem arz ediyorlar.

    Deneyselcilik dedik ya hani. Bir kötü deneme yüzünden denemeyi bırakma şansımız yok. Her hatadan ders çıkarıp yola devam etmek, kendi doğrumuzu bulana kadar mücadele etmek, baştan baştan denemek zorundayız. Başkalarının doğrularında iki asır kaybettik. Kendi doğrumuzu ararken kayıp gözüken her şey aslında hedefe giden yolda kazanılmış tecrübeler…

  • 04.06.2023

    Milat Gazetesi

    Osmanlı İmparatorluğu’nda Fatih Sultan Mehmed devrinden itibaren hanedana diğer Türk ailelerin güç kazanıp rakip oluşturmaması için sadrazamlık makamıma asırlarca devşirmelerin getirildiğini biliyoruz. İmparatorluk toprakları doğrudan hanedana ait olduğundan ve toprak sisteminin sahiplik üzerinden değil kullanım hakkı üzerinden dağıtılmasından ötürü ancak yüksek rütbeli asker ve devlet görevlilerinin ön plana çıkabildiği, onların da mülkün sahibi değil kullanıcısı olabildiği bir sistemden bahsediyoruz.

    Hanedan mensupları harici kimsenin toprak sahipliği çerçevesinde alt soylarına geçirebileceği bir zenginliğe ulaşamadığı, ancak görevde olan yüksek rütbeli asker ve devlet adamlarının kullanım hakkı çerçevesinde bir zenginlik oluşabildiği, onu da alt soylarına biriktirilebilir ve büyütülebilir şekilde aktaramadığı, aktarsa dahi çoğu gayrimüslim olan devşirmelerin Osmanlı topraklarında güçlü bir aile oluşturmalarının mümkün olmamasından ötürü kalıcı bir sermaye birikiminin ortaya çıkamadığı bir denklem düşünün.

    Batı’da, özellikle de Fransa ve Almanya’da bu toprak sahipliği üzerinden oluşan ve asırlar sonra bu ülkelerdeki iktisadi devrimlerde ciddi rol oynayan, bahsi geçen sermaye birikimi Osmanlı’nın o dönemin şartlarında makul gözüken, 19.yüzyılın ortalarına kadar devam eden ve sonunda ülkeyi başta sanayi devrimi olmak üzere dünyanın kabuk değiştirdiği dönemlerde çok zayıf bırakan bu uygulaması yüzünden bizim topraklarımızda oluşamadı…

    Toprak sahipliği merkezli oluşturulamayan bu sermaye birikimi ticaretle de oluşturulamadı. Yine aynı düşünce çerçevesinde sarraflık ve uluslararası ticaret Ermenilere, Levantenlere ve Yahudilere bırakıldı. Ülkenin kaderini değiştirecek kadar önemli olan bu alanda Türkler varlık gösteremediler. Uzak tutuldular. Hasılı İngiltere ve Hollanda da ticaret ve sarraflıktaki gelişmelerle oluşan sermaye birikimi de bu topraklarda Türkler lehine oluşmadı. Yine başta sanayi devrimi olmak üzere dünyanın kabuk değiştirdiği dönemlerde çok zayıf kaldık.

    Sermaye birikimi oluşmadığından teknolojiden, bilimden ve daha nice gereklilik ve yenilikten uzak kalan imparatorluğumuzu paramparça edip bizi bir dönmesi imkansız olan bir lige attılar. Öyle bir yere düştük ki durumumuzun en net pozisyonu İzmir İktisat Kongresi’nde ortaya çıktı. Ülkeyi yeni baştan kurmak ve yeni bir iktisadi düzenin tesisinde rol almak için hazır tek bir sermaye sahibi aile yoktu. Mecburen devlet kolları sıvadı. Hal böyle olunca da yeni cumhuriyetin ekonomisini, kaynaklarının paylaşımını ve dolayısıyla siyasetini belirleyecek klikler oluştu. Bu kliklerin hataları ve dünyadaki tüm gelişmelere rağmen bu imtiyazı çağ dışı şekilde ellerinde tutma arzuları yüzünden ülke krizler ve darbeler ülkesine dönüştü. Makas değiştirmek ve farklı bir kompozisyon oluşturmak için her iktidar sermaye birikimine sahip aileler oluşturmak için çabaladı. Fakat on yılda bir karşılaşılan darbeler sebebiyle bu kadar kısa zaman aralıklarında katma değer üretecek derecede büyük sermayelere sahip ailelerin oluşması mümkün değildi. En hızlı gelişim gösterilen alanlara inşaat-taahhüt işlerine yönelindi.

    Ne yazık ki çok partili hayattan sonra desteklenen ailelerin %5 denecek kadar azı 2000 yılına kadar ayakta kalabildi. Ayakta kalanların da çoğu sanayi-ticaret erbabıydı. İnşaat-taahhütle hızla büyütülenlerin hiçbiri üç nesil ayakta kalamadı. Zaman ve kaynak israfı oldular. Yakaladıkları fırsatı sanayide var olmaya katma değerli ürün üretmeye kanalize edemediler.

    Dolayısıyla 2000’li yılların başına kadar süren ve ülkemizin 50 yılında ekonomi planlarında yer alan ithal ikameci politikalar hep başarısız oldu. Yeterli sermayenin olmayışı sebebiyle tekniğe, bilime, ilerlemeye uzak kaldık. Uzun vadeli ve yatırıma kanalize edilecek dış borçlara ihtiyaç duyduk. Ülkenin dış politikası duruşu nedeniyle hep Batı’dan bekledik. Hiçbir zaman yeterli derecede bulamadık. Aldığımız diğer borçlar da çoğu zaman yaralara derman olmak yerine iç siyasetteki karışıklıklar nedeniyle başımıza bela oldu. Enteresan bir cenderenin içinde yıllarca debelenip durduk.

    Bugün ise durum çok farklı. 2000’li yıllarla beraber Batı’nın yaşadığı problemlerden ötürü gelişmekte olan ülkelere akan sermayeden faydalanıp gerçekleştirdiğimiz müthiş altyapı çalışmalarıyla Türkiye bambaşka bir noktaya geldi. Değişen dış politika ile ülkeye yatırım yapanların çeşitliliği arttı. Bir çok kritik sanayi sektöründe önemli ilerlemelere sebep olan teknik bilgi elde edildi ve inovasyon çalışması gerçekleştirildi. İnsanımızın iktisadi meselelere bakış açısı değişti. Bir sürü problemimizin varlığı arasında ortaya çıkan bu gelişmeler ülkemiz adına büyük atılımların hayata geçmesine neden oldu.

    Tüm bunlarla beraber dünya çapında yaşanan ve yakın geleceğimizde için küresel nizamın değişeceğinin habercisi olan olaylar, ülkemizin gelişim hızını maksimuma çeken sermayenin kendi topraklarına dönmesine neden oldu. Türkiye yine aynı kanayan yarası ile karşılaştı: Sermaye Birikimi…

    Bahsettiğimiz tarihsel karşılaştırmalar çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti babasından kendisine maddi anlamda zorluklarla beraber büyük bir nam, itibar, onur ve potansiyel miras kalan son derece zeki, çalışkan ve cesur bir gence benziyor. Babasından çok daha güçlü ve etkili olması için ihtiyacı olan en önemli şey sermaye. Onu kazanmanın yolu sabırla, disiplinle, zekice bilimin ışığında çalışıp başka kimselerde olmayan katma değerli ürünler üretmekten ve bunu gerçekleştirecek insan kaynağını en iyi şekilde eğitip yetiştirmekten geçiyor.

    Aksi takdirde bizi başımızı bir kere dahi olsun kaldıramamamız için attıkları bu alt ligden, bizi buraya atanların yardımı ya da yönlendirmesi ile çıkmaya çalışmayı hayal etmek en büyük saflık olur.

    Bizim ekonomiden siyasete her şeyde artık bizim maddi kaynaklarımıza, bizim insan kaynağımıza, bizim sosyolojimize ve bizim tarihimize yani mirasımıza göre plan yapmamız, yeni formüller üretmemiz lazım. Başkasının yol tarifi ile Türkiye 2000’li yıllara kadar aynı yerde dolanıp durdu. Dünya değişip gelişirken hep kaybetti. Şimdi yine onların yöntemlerine dönüp dejavu yaşamak bana hiç makul gelmiyor…

  • Avusturya İktisat Okulu, Alman Tarihçi İktisat Okulu, Freibug İktisat Okulu, Virginia Politik İktisat Okulu, Chicago İktisat Okulu…

    Tüm bu ekollerin isimleri, belli üniversitelerin iktisat fakültelerindeki hocalarının benzer çerçevelerde, iktisadi olayları değerlendirirken özenle göz önünde bulundurdukları ana değişkenler ve sabit değişmezlerle beraber oluşturdukları teoriler ve ortaya koydukları ortak iktisadi önerileri ifade etmektedir. Zamanla birer ekol haline gelen bu çalışmalar iktisat bilimi içinde akımlar haline gelerek başta ortaya çıktıkları ülkeler olmak üzere dünya ekonomilerinin gidişatında önemli aktörler olmuşlardır.

    Örneğin, Amerikalı iktisatçı James M. Buchanan’ın öncülüğünde geliştiren Kamu Tercihi ve Anayasal İktisat, Virgina Politik İktisat Okulu’nun öğretisidir ve kamu ekonomisinde karar alma sürecini analiz etmektedir. Ekolün mensupları piyasa ekonomisinde olduğu gibi kamu ekonomisinde de siyasal aktörlerin rasyonel karar verdiklerini ve özel çıkarlarını maksimize etme gayreti içerisinde olduğunu savunmaktadırlar.

    Yukarıda isimleri anılan ve anılmayan tüm ekoller, çeşitli akademik çalışmalar çerçevesinde ortaya koydukları teoriler üzerinden iktisadi faaliyetleri okuyup, değerlendirmeyi ve dönemin ihtiyaçlarına göre meseleleri açıklamayı, problemlere çözüm üretmeyi, iyileştirmeleri artırmayı hedefler. Bu nedenle bazen birbirlerine rakip olarak bazen ise versiyon değişiklikleri ile hazırlanmış ardıllar olarak ortaya çıkmışlardır.

    İşte bu çerçevede değerlendirdiğimizde, kendi nevi şahsına münhasır ekonomik, siyasal, jeopolitik, jeostratejik vb. bir çok kritik girdisine rağmen ülkemizin 100 yıllık tarihinde kendi ihtiyaç ve hayallerine uygun önerilerde bulunan bir iktisadi ekolün ortaya çıkmamış olmasını en basit ifadeyle akademimizin meşhur Batı hayranlığı ve tembelliğine bağlayabiliriz. (Fakat imkansızlıklarını da unutmadan!)

    Bırakın bölgesel iddiaları ile coğrafyasına yeni bir soluk getirme iddiasındaki bir ekolü sadece kendi ülkemizin zorlu iktisadi yoluculuğuna dahi bir yol haritası hazırlayamayan bu akademi dünyası ile Türkiye dünyadaki %1’lik ekonomilk büyüklüğünü nasıl artıracak gerçekten merak ediyorum?

    Bugün üniversite sınavını kazanıp iktisat fakültesinde öğrenci olmayı başaran bir genç 4 yıllık eğitim sürecinde adeta geriye doğru bir zaman yolculuğu tüneline girip mezun olduğu gün iktisadi bilgi açısından Keynes’in cenazesindeki dünyaya ışınlanıyor. Yani ileri gidemediği gibi, öğrenimini ancak ortodoks iktisada karşı bayrak açan heteredoks Keynes’in geniş kabul görüp gelenekselleşmesiyle ortodokslaşan 1 asırlık görüşlerine kadar ilerletip son noktayı koyuyor… Bir daha da kurulu nizam yani ortodoks politikalar ne diyorsa onu diyerek, neye inanılması emrediyorsa ona inanıp hayatını kamuda, özel sektörde devam ettiriyor. Akademi dünyasına geçenlerin durumu da çok farklı değil. Yeni bir soluk hiç bir yerde yok. Hazırladıkları makaleler, tezler kadro almak için sabredilmesi gereken angaryalar haline gelmiş durumda. Hepsi birbirinin tekrarı. Kimse yeni bir şey söylemiyor…. Hal böyle olunca derslerde gençlere anlatılanlar da yıllardır aynı notlardan… Verimsiz bir kısır döngü devam edip gidiyor.

    Bu döngüden ülkemizi, bölgemizin, dünyayı etkileyecek bir ekolün çıkmasını bekleyenler varsa nafile. Her ne kadar akademiye yükkensem de ana suç onların değil. Kim bilir ne ideallerle başladılar yolculuklarına ve yolda başlarına neler geldi? Sormak lazım, dinlemek lazım, çözmek lazım.

    Ne yapacağız yani, bırakalım böyle devam mı etsin?

    Hayır tabiki, düzelteceğiz…

    Bu toprakların özelliklerine, bölgemizin maddi kaynak ve sosyolojisine, tarihsel-kültürel mirasımıza uygun bir şekilde tüm girdilerimizi tezgaha koyup yepyeni bir okumayla iktisadi meselelerimizi ele alıp gaye-i hayallerimiz çerçevesinde analiz edeceğiz. Muhakkak kimsenin eskisi olmayan yepyeni bir rasyonel model oluşturup yola koyulacağız. Adını da “Yeni Türk İktisat Okulu” koyacağız…

    İnşaallah!!!

  • 28.05.2023

    Milat Gazetesi

    İktisada giriş kitaplarının tamamında ilk sayfalarda karşımıza çıkan bir ön kabul vardır: İktisat kıt kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların karşılanması problemine cevap bulmak için çalışır…

    Geleneksel iktisatçılar tarafından Kıt Kaynaklar Kanunu olarak isimlendirilen bu paradoksun iktisat biliminin varlık amacı olduğu kabul edilir.

    Tüm iktisat bilimi bu ön kabul üzerine tanımlanmış ve kıt kaynaklarla sınırsız ihtiyaçlardan hangilerinin seçilmesinin maksimum fayda yaratacağının üzerine yoğunlaşılmıştır.

    Son derece makul bir öneri olarak karşımıza çıkan bu tanımlama daha kitabın başında iktisat ilmi hakkında zihnimize ilk hatalı kodlamayı yaparak işin içinden çıkılmaz bir illüzyon oluşturduğundan ilerleyen süreçte, hatalı iliklenen düğmeler misali teknik açıdan çok sayıda makul gözüken teklif, karşıdan bakıldığında insan aklı ve ruhunu rahatsız eden düzensizlikleri ile kusurlu tablolar üretmektedir.

    Kaynakların kıt olduğu meselesini kimse tartışmamakla beraber ihtiyaçların sınırsız olduğu iddiası bu en temel kodlamanın hatalı kısmı olarak iki asırdır düzeltilmeyi bekliyor.

    Gerçekten insanoğlunun İHTİYAÇLARI sınırsız mı? Yoksa sınırsız olan İHTİRASLARIMIZ mı?

    Bu denklemdeki hatalı kısmı düzeltip doğru bir kod oluşturma yolunun, insanoğlu için ihtiyaçlarının ihtiraslara dönüştüğü noktanın tespitinden geçtiğini idrak ettiğimizde illüzyonun kurgusunu çözmek de son derece kolaylaşıyor.

    Zamana, mekana, toplumların yapısına, eğitim seviyesine ve daha birçok girdiye göre değişkenlik gösteren bu dönüşüm noktalarını iki sınıfta değerlendirmek lazım. Birincisi kişinin kendi hayatı, kendi eğitim seviyesi, kendi maddi şartları gibi kişisel girdilerine bağlı olacak şekilde ortaya çıkan, ihtiyaçlarının ihtiraslara dönüştüğü kişisel dönüşüm noktasıyken, diğeri ise benzer girdilerin toplumsal bazda ele alınarak sonuçları üzerinden yorumlanması suretiyle ortaya çıkan toplumsal dönüşüm noktası olarak ele alınmalı.

    Bu iki noktanın zaman içerisindeki bulunduğu noktaları kesen iki eğrinin yanında, bir de olması gerekenle karşılaştırılacağı ve bunun üzerinden de kendine çeki düzen vereceği bir başka eğri daha bulunmalı ki buna da herhalde kanaat eğirisi desek tüm kurgu açısından hata etmiş olmayız.

    Kanaat eğrisini oluşturan ihtiyaç tanımının maksimum kapsayıcı olduğu noktalar ise insanın ve yaşadığı toplumun ortak dünya görüşünden hesap edilerek belirlenmeli. Yani ihtiyaç kelimesini ve onun sınırlarını tanımlayan, insanın ve yaşadığı toplumun duygu-düşünce dünyası çerçevesinde oluşturduğu hayata bakış açısıdır.

    Bu bakış açısı marjinal kesimler dikkate alınmadığında kendini en önce ve en baskın olarak bir Müslüman, Hristiyan, Musevi, Budist, Marksist, Sosyalist, Sosyal Demokrat, Muhafazakar vb. şeklinde tanımlayanlar için yakın değerler olarak karşımıza çıkacağından ve benzerlik göstermesi mümkün olduğundan kanaat eğrilerinin kişisel ve toplumsal dönüşüm noktaları için optimum düzeyi gösteren ölçüm birimlerine dönüşmeleri olağandır.

    Kendi iç dünyasında ve toplumu için bu eğrileri zihni ve gönlünde aşağı yukarı tanımlamayı başaran insanlar için neyin ihtiyaç neyin ise ihtiras haline geldiğini anlayıp iktisadi meseleleri bu yeni kodlama ile gündeme almak müthiş bir aydınlanma yaratacağı gibi bu insanların bir daha benzer illüzyonlarla kandırılmaları da mümkün olmayacaktır.

    Bizler Müslümanlar olarak iktisadi meselelerde yukarıda belirtilen tanımlamayı kabul edip tarifi yapılan zihni ölçümlemeleri gerçekleştirdiğimizde hem kişisel hem de toplumsal hayatımızda hatalarımızı görmenin yanında yapmamız gerekenlerle alakalı uzun bir liste çıkarmayı başarabileceğiz. Maddeyle, malla-mülke ve dolayısıyla parayla olan ilişkilerimizi en baştan sorgulayıp yepyeni bir iletişim üzerinden sadece kendimizi ya da toplumumuzu değil, tüm dünyayı değiştirecek bir yolculuğa çıkmaya hazır olacağız.

    İnanıyorum ki, bir gün bu ya da buna benzer yeni bir denklem üzerinden Müslümanlar, son derece geri ve kısır kalmış iktisadi okumalarını değiştirerek dünyaya yepyeni bir teklifle gelecekler. Adil, saygılı, faydalı ve üretken bu teklifin milletimin mensuplarınca dünyaya ilan edilmesi en büyük dileğim…

  • Rasyonel Ekonomi Algısı

    Siyasetin en asli vazifesi kaynakların aynı ülkede yaşayan vatandaşlara hangi esaslar çerçevesinde kullandırılacağı ve paylaştırılacağıdır. Liberalizm, sosyalizm-komünizm ve diğer üçüncü yolların ana meselesi bu vazifenin mantıki ve pratik kurgusunu gerçekleştirip aksiyon almak, bu süreç içerisinde de ülkenin eğitiminden dış politikasına, güvenliğinden sağlığına kadar her şeyini uygulama teorisine uygun şekilde dizayn etmek, belirli bir tarihte demokratik tercihlerle mutabık kalınan ve değişen şartlara göre zaman zaman güncellenen ana plana (yani her türlü -izm-şere göre) uygun kalmasını sağlamaktır.

    Dış siyasetin amacı içeride mutabık kalınan kaynak dağılımı meselesine uygun bir uluslarası politika oluşturmak, bu dağılmda en büyük etkenlerden biri olan dış ticaretin ve ülkenin her türlü menfaatinin güvenliğini korumanın yanında gelişmesi için alan açmak, bu bağlamda gerektiğinde refahı artırıcı gerektiğindeyse güvenliği sağlamlaştırıcı ortaklıklar oluşturmaktır. Haliyle bu iş dışişleri bakanlığınındır.


    İçişleri bakanlığının görevi ise mutabık kalınan kaynak dağılımı ve refah paylaşımı/refah oluşturulması sürecine karşı ülke içinde temeli her ne olursa olsun düzeni bozacak (en küçüğünden en büyüğüne fark etmeksizin) eylemlere karşı tedbirler almak ve gerektiğinden caydırıcı güç olarak sistemi korumak olarak karşımıza çıkar. Bu eylemler bazen bir terör örgütünün, bazen çetelerin, bazense sıradan bir vatandaşın basit aksiyonu olarak karşımıza çıkabilir. İçerikler birbirinden son derece farklı da olsa asıl mesele mutabık kalınan sistemin korunması ve gözetilmesidir.


    Eğitim bakanlığı ise kaynak dağılımını mükemmelleştirecek, içeride kaynak havuzunu genişletecek, ülkenin rakiplerinin önüne geçmesini sağlayacak ve küresel çapta diğer ülkelerin kaynak havuzlarından ülkesinin en iyi şekilde faydalanmasını sağlayacak ürün-hizmetleri ortaya koyacak nesiller yetiştimek ve diğer ülkelerin bu amaçlarla yetiştirdiği nesillerle rekabet etmek için vardır.


    Her bakanlık için sırayla vazifelerini ekonomi üzerinden bu perspektiften yorumlamak mümkün. Farklı perspektiflerden yapılacak değerlendirmeler de son derece makul ana motivasyonlara bağlanabilir olsa da ne yazık ki 8 milyarlık nüfusu ile insanlığın en büyük meselesi bu dünyada para… Yani ekonomi, dolayısıyla da ana sorun kaynakların dağılımı!


    Bu motivasyon perspektifinden olayları okuduğumuzda içeride ve dışarda yaşadığımız, garipsediğimiz, ayıpladığımız, lanetlediğimiz her türlü faaliyete farklı bir gözle bakıp doğru-yanlış olarak ahlaki bir çerçevede tanımladığımız hemen hemen herşeyi normal-anormal olarak tanımlayabiliyor ve ona göre meseleleri baştan düşünebiliyoruz.


    İşte ekonomiye ve dolayısıyla siyasete de böyle baktığımızda Türkiye olarak rakiplerimizi ve süreçler içerisinde düşman olarak sınıfladıklarımızı daha iyi anlamamız ve rasyonel bir kafayla mücadele edebilmemiz mümkün.


    Duygusal motivasyonlarımızı bir kenara atalım, varlık ve yaradılış sebebimiz unutalım demiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Sadece insanlığın en büyük kavgasında kuralları kalbimizle değil aklımızla anlamamız, ona göre davranmamı, mücadeleden galip çıkmamız ve o günler geldiğinde galibiyetimizin verdiği güçle yapacaklarımızın kalbimiz ile tartmamızın gerektiğini söylüyorum.aksi takdirde mücadeleye kalbiyle girenin kalbi kırılıyor…


    Bize acilen millet olarak rasyonel bir ekonomi algısı lazım. Doların düşüşünü Mohaç’ta zafer kazanmış gibi kutlamanın bize bir faydası olmadığını ya da birkaç günlüğüne nakit avans kapanmasının ülke ekonomisinin çöküşü olmadığını anlayacak derecede olsa dahi yeter bu algı bize. Olaylara bu kadar duygusal ve dolayısıyla davranışsal yaklaştığımızda sadece kendi kendimize zarar veriyoruz. Paniğe giriyor ve hata yapıyoruz.


    Bu algının tesisi için doğuştan sahibi olduğumuzu düşündüğümüz bazı yeteneklerimizin olmadığını kabullenmemiz lazım. Doğuştan din bilgini değiliz, doğuştan siyasetçi değiliz, doğuştan ekonomist değiliz.

    Bunların hepsi çok uzun süre disiplinle ve sabırla okuma, araştırma ve tecrübe isteyen meseleler. Yarım yamalak kulaktan dolma bilgilerle, üç beş satır okumaya ahkam kesilmeyecek kadar da kritik makamlar…


    Bu dediklerimi birkaç dakika olsun düşünelim lütfen…

  • Medyanın tüm kanatlarında ekonomi uzun süredir bir numaralı başlık olarak önümüze çıkıyor. Ödemeler dengesi, cari açık, döviz fiyatları vs. Öyle ki sıradan vatandaşın dahi ekonomi okuryazarlığında son dönemde ciddi bir sıçrama yaşandı. Ekonomi ile yatıp kalkar hale geldik.

    İş öyle bir raddeye geldi ki haftaya yapılacak ikinci tur seçimleri için muhalefetin ortak adayı adeta EKONOMİ oldu.

    Ülkemiz ve dünya, Viyana Kongresi (1814), Birinci ve İkinci Dünya Savaşları (1918-1945), Sovyetlerin Yıkılışı (1991) gibi muazzam olaylar sonrasında olduğu üzere tam anlamıyla yeni bir küresel bir dönemecin kenarında bekliyor.

    Böyle bir dönemecin kenarındayken küresel gelişmelere ve bunların ülkemize yansımalarına odaklanmamız gereken bir zaman aralığında ne yazık ki çok kısa sürede halledilebilecek, konuşmaya dahi değmez durumdaki nakit avans, soğan fiyatları vs. gibi meselelerle ilgileniyoruz.

    Kimse yanlış anlamasın, elbette ki öncelik her zaman halkın temel ihtiyaçlarıdır. Temel ihtiyaçlar hususundaki beklentileri karşılanmayan, bu alandaki gelişmelerden rahatsız olan halkımıza “bak o yok ama biz bunu yaptık” diyerek başka enstrümanları öne sürmek çok makul gelmiyor. Dünya çapında savunma sanayisi ürünleri üreten, kendi otomobilini üretmeye başlayan, uzaya uydular yollayan, enerji reaktörleri inşa eden, dünyanın tarım konusundaki en önemli çatışmalarını çözebilecek diplomatik güce ulaşan bir milletin bu kadar küçük meselelerde başarısız olmaması, halkını mutsuz etmemesi lazım. Üstelik başardıklarının yanında konuşulanlar bu derece basit şeylerken.

    Fakat nedense bu basit denklem beklediğimiz gibi çalışmıyor. Bunca stratejik atılımın gerçekleştiği bir dönemde üçüncü dünya ülkelerinde bile mesele olmaması gereken garip olaylar yaşanıyor. Muazzam bir değişim öncesi bölgemiz ve dünya siyasetinde manevralarıyla kimilerinin gerçek dostluğunu kimilerinin ise ölesiye nefretini kazanan Türkiye, bölgesinde merkez ülke olmaya, karar vericiler arasında güçlenmeye devam ederken, master planını uygulama ve büyük kazanımlar elde etmeye çalışırken kendi iç siyasetine dönünce olmaması gereken başlıklarla karşılaşıyor.

    Dışarda tarihin gördüğü en büyük “kartların yeniden dağıtılması operasyonuna” hazırlanan Türkiye’nin içerde böylesine meselelerle cebelleşmesinin bir ekonomist olarak benim gözümdeki yegane sebebi: yanlış insan kaynağı…

    20 yıllık süreçte yaşanan siyasi olaylar, ihanetler, kamplaşmalar, bölünmeler, fikir ayrılıkları vs. ne yazık ki ekonomi alanında yetişmiş insana ulaşma kapasitemizi son derece kısıtladı. Çünkü siyasette öylesine rahatsız edici şeyler yaşandı ki bir numaralı beklenti “güvenilir olmak” haline geldi. İş böyle olunca da ekonomi alanında insan kaynağında dramatik bir daralma oldu. Hem vatanını milletini seven hem de alanında uzmanlaşmış birçok değer listeden düştü. Büyük bir boşluk oluştu. Bu boşluğu da ister istemez iyi niyetli olsalar bile yeterli kalifikasyona sahip olmayan kadrolar doldurdu.

    Kaynağın hızlıca alttan gelen iyi yetişmiş yeni nesillerle doldurulması gerekiyordu. Fakat bu defa da başka bir problemle karşılaştık: Üniversiteler son derece yetersizdi. 

    Ders programları o kadar geri kalmış durumdaki adeta üniversiteler zamanda yolculuğa neden olup 100 yıl öncesine ekonomi mezunu veriyorlar. Bahsettiğimiz muazzam dönemeç göz önünde bulundurulduğunda adeta mauzer tüfeği ile uçaklara saldırması istenen askerler yetiştiriyorlar.

    Bunun nedeni de tabi ki akademik kadrolar. Maddi anlamda her geçen gün geriye giden akademisyenlik, okullarını derece ile bitiren öğrencilerin tercih etmediği bir mesleğe dönüştü. Özel sektörde on yıllık çalışmayla orta düzey yönetici haline gelen başarılı mezunların 25 yıldır akademiye hizmet etmiş profesörlerden daha fazla kazandığını gören alttan gelen yeni nesiller akademisyenliği kafalarından sildi. Dışarıdan yüksek lisans, doktora faaliyetlerine devam edildi. Boş kalan kadroları da çok idealist olmayanlar haricinde akademisyen olmaması gerekenler ya da en fazla vasatlık düzeyine erişebilecek adaylar doldurdu. Böylece boşalan insan kaynağı havuzunu dolduracak nehirler olan üniversitelerin de önü barajlanmış hale geldi.

    Sonuç olarak Türkiye büyük atılımlar gerçekleştirmesine rağmen birçok alanda hayal ettiği büyümenin tatbiki için gerekli olan insan kaynağından, özellikle de ekonomisi için ihtiyacı olan insan kaynağından mahrum kalmaya başlayınca ortaya bir taraftan dünyayı korkutan İHA-SİHA’lar üretilirken diğer taraftan soğan, patates gibi ürünlerin pahalılığının konuşulduğu, her gün ekonominin tek başına haber bültenlerini doldurmayı başardığı bir tablo çıktı.

    Herkesin gönlü rahat olsun diyerek bitireyim. Türkiye gibi bir ülkenin sırtı ne nakit avans gibi küçük finansal meselelerden ne de sokağa dikseniz çıkacak soğan-patates gibi ürünlerin fiyatından yere gelmez. Hepsi kısa sürede toparlanır, daha önce de olduğu gibi gündemimizden kalkar. Ama şu insan kaynağı meselesi var ya. O çok önemli. Acilen el atılması gerekiyor. Hem de çok acilen… Bu ülkenin eşsiz potansiyelinin ortaya çıkması, evlatlarının en iyi şekilde yetiştirilmesinde ve ülkesine liyakatle faydalı olmasında saklı…

  • Başlarken

    Her şeyi yazan birinin bir günlüğünün olmaması kadar acayip bir durum.

    Ancak benim gibi, her işi garip bir adama yakışır diye düşündüğümde şaşırmıyorum aslında.

    Fakat yazmak lazım. Kim için ne için bilmiyorum ama yazmak lazım. Sadece zaman zaman geriye dönüp geçtiğim yolları hatırlamak için bile olsa yeter bana.

    Ben Levent Işık, aslanlar gibi yaşamış Memur Feyim’in oğlu…

    Müthiş zeki bir ev hanımı olan Emel’in

    Elimden geldiğince, zamanı geldiğinde siz evladım/evlatların ve onların soyundan gelecek olmasını ümit ettiğim gelecekteki torunlarım için yazıyorum.

    Okuyun ve ders çıkarın.

    Sizden sonrakilere de okutun.

    Siz de yazın.

    Sizden sonrakilere yazdırmayı da şu an benim yaptığım gibi muhakkak vasiyet edin.

    Bir aileyi güçlü yapan en önemli şeylerden biri tarihinin olmasıdır.

    Bu tarih çerçevesinde tutumlar, kurallar ve kültür oluşur. Aynı soydan gelenlerin kurduğu ailelerin içinde bu kültür ne oranda ortak yaşatılırsa ailenin gücü o demli büyür ve ortak menfaatler çerçevesinde hareket fertlerinin sayısı o kadar artar

    Senkronize hareket edebilen aralarınsa kan bağı bulunan çok sayıda fert ve onları kurdukları ailelerin üyeleri çok güçlü bir güvenlik şemsiyesi altındaki büyük bir potansiyeli temsil eder.

    Sizden sonrakilerin gayret ve girişimleriyle nesilden nesile şemsiye büyür ve her alanda kritik öneme sahip çok güçlü bir insan topluluğu oluşturur…

    Bizim ki de öyle olsun inşallah…