Köşe’deki Ekonomi

“Ahlaki değerlerinin yozlaşması durumunda, varlık ve kaynak şartları ne olursa olsun, hiç bir toplum meşru yollarla iktisadi açıdan refaha ulaşamaz. Bunun sonucu olarak bir çoğu iktisadi esarete sürüklenip sömürülürken az bir kısmı da gaddarlıklarıyla, sürdürülebilir olmamakla beraber, acımasız birer sömürgeciye dönüşür.”

  • 16.07.2023

    Milat Gazetesi

    Haftalardır Batı’nın iktisadi anlayışı üzerinden bizim medeniyetimizin sahipsizliğini yazıyorum bu köşede. Hemen hemen her yazımı da bizim kendi mirasımıza dönüp kendi dinamiklerimize uygun bir iktisadi anlayış inşaa etmemiz gerektiğini ifade ederek tamamlıyorum.
    Özellikle 8 ila 13. yüzyıl arasındaki Altın Çağ’ımızın incelenmesinin, Batı’ nın Antik Yunan’a dönüp küllerinden doğuşuna benzer bir harekete dönüşebileceğini ve her şeyi yeniden temellendirmek adına çıkalacak bir yolculuğun başlangıcı olabileceğini ifade ediyorum.
    Altın Çağ olarak nitelendirilen ve daha önce eşi benzeri görülmemiş bir çeviri hareketi ile başlayan bu dönemin en önemli unsuru hiç şüphesiz Beytül Hikme olarak isimlendirilen ve günümüz dünyasının en iyi üniversitelerinden birine denk gelecek faaliyetlerde bulunan bir bilim merkeziydi. O günkü yapısı itibariyle bir kütüphane olan fakat en durgun, en unutulmuş ve en gözden düşmüş olduğu döneminde bile Farabi gibi Aristo’dan sonra, “muallim-i sani” yani “ikinci öğretmen” ünvanını ile dünya tarihine adını yazacak büyüklükte alimler yetiştiren bir kurumdu.
    Abbasilerin ikinci halifesi Mansur tarafından fikri temelleri atılıp ilk pilot çalışmaları başlatılan, Halife Memun tarafından remen kurulan ve Harun Reşid döneminde en güçlü dönemini yaşayan bu kuruluştan evvel Emeviler döneminde de tanışılan yeni milletlerin ilmi faaliyetlerinden faydalanılmak üzere daha Halid bin Yezid zamanında çeviri faaliyetleri çoktan başlamış, astronomi ve kimya alanlarında Grekçe ve Koptça eserler İskendireyeli rahiplere çevirtilip üzerlerinde çalışılmıştı.
    Tüm bunlarla beraber Beytülhikme bambaşka bir anlayışı temsil eden ve fetihlerle içine girilen medeniyetleri anlamak, onların birikimlerinden faydalanmak, üzerlerine daha fazlasını koymak için müthiş bir finansal kaynak gücünün yardımı ile bilimleri organize eden efsanevi bir kurumdu.
    Helenistik, İran, Hint ve diğer kültürlerle temaslar sonrası elde edilen kitapların çevirisi ile adeta dünyanın geleceğini değiştiren, asırlar sonra Batı’nın Rönesans hareketini başlatmasına kaynak sağlayan yeryüzünün ışık kaynağıydı.
    Aristo, Batlamyus, Öklid ve daha nicelerinin eserlerinin çevrilmesinin ardından Grekçe, Süryânîce, Sanskritçe ve Farsça yazılmış binlerce eser Arapça’ ya çevrilip eşi ben zeri görülmemiş bir bilim merkezi oluşturulmuştu.
    Öyle bir dönem geldiki savaşlardan sonra kılıç hakkı olarak düşman devletlerden kitaplar alınmış, bunların çevirisi için alimlere binlerce altın verilmişti.
    İlim alanındaki bu yatırımlar kısa zamanda ürünlerini vermiş, müslümanlar arasından büyük bilginler, filozoflar, kâşif ve mûcitler yetişmişti. Öyleki dünyanın enlem ve boylamını küçücük sapmalarla bulabilen, kimyayı, cebiri, tıbbı bıraktıkları eserlerle dünyaya öğretecek bilim adamları yetişmişti.
    Tüm bu bilgi havuzu, ne yazıkki siyasi ve ekonomik alanda yapılan hatalar neticesi ile tam anlamıyla İslam dünyasına hizmet edemeden Abbasilerin yıkılışı ve Moğol istilası sonrası kütüphanelerin yokoluşu nedeniyle parçalandı ve ancak asırlar sonra sadece küçücük bir parçası ile Batı’nın Rönesans hareketine temel sağlayan bir güç olarak ortaya çıkabildi.
    Evet, kendi mirasımıza döneceksek eğer önce geçmişteki bu örneklerden ders aşmalı ve Dini, mezhebi, dili, ırkı gözetilmeksizin dünyanın dört bir yanından sadece bilim için bu merkeze yönelen insanlar ve onları en büyük hediyeler ile taltif eden liderleri örnek almalıyız. Beytülhikme bizim aslımıza dönüşümüzdeki ilk muazzam örnek.
    Bugün dünyanın en iyi üniversiteleri olara andığımız okullar tam olarak bu kurumun birer iz düşümü. Kimsenin dini, mezhebi, dili, ırkı göz önünde bulundurulmadan en yüksek ücretlerle in iyi hocaların en iyi öğrencileri yetiştirmesi ana hedef olarak merkezde duruyor.
    Beytülhikme’nin en kötü döneminde Farabi gibi bir alimi çıkarması ve üstelik en önemli hocalarının da Hristiyan olmaları aslında bu kurumun nasıl akılalmaz bir seviyeye çıktığının net bir göstergesi ve bazı şeyleri anlamamız için bu güne bakan önemli bir mesaj olarak adeta gözmüze sokuluyor.
    Ardımızda kendi mirasımız Beytülhikme ve günümüzde de onun iz düşümü olan dünyaca ünlü büyük üniversiteler varken örnek almak, hedef belirlemek ve bir an önce harekete geçmek lazım diye düşünüyorum.

  • YENİDEN DÜŞÜNMEK!

    12.07.2023

    Milat Gazetesi

    Optimar’ın 2019’da yaptığı ankete göre Türkiye nüfusunun %89,5’u kendini Müslüman olarak tanımlıyor.

    Tabi ki tam olarak bu oranı, tek tek tüm vatandaşlara bile sorsak gerçek manasında ortaya çıkarmak mümkün değil. 

    Yani “kalplerdekini yalnızca Rabbimiz bilir” demekle ve kendini Müslüman olarak ifade eden herkesi dinimizin de gereği olarak öyle kabul etmekle mükellefiz.

    Müthiş bir oran bu karşımızdaki. Aynı dine inanan ve dünya ile ahiret hayatı için bu dinin kural, emir, yasak ve isteklerine tabi olmaya inandığını ifade edenler tarafından oluşturulan hemen hemen 75 milyonluk bir insan topluluğu. Her ne kadar siyasi, ameli veya itikadi meselelerden ötürü çeşitli iç bölünmüşlükler olsa da aynı Allah, Peygamber ve Kitap’a inanan muazzam bir birlik.

    Fakat bu toplulukla alakalı karşımıza çıkan bir başka önemli oran var ki bu yazının da asıl merkezinde o var. Topluluğumuzun sadece %5’i şimdiye kadar en az bir defa olmak üzere Kitabımızın mealini okumakla ilgilenmiş. Yani Yaratıcısından gelen mesajı parça parça, herhangi bir bütünlük içermeyen şekilde, çeşitli ağızlardan duymayı; birebir metin olarak önce baştan sona okumaya, sonra da hangi sebeplerle bu mesajların geldiğini kavramak adına tefsirlere yönelerek iyice anlamaya tercih etmiş.

    Dünya ve ahiretimiz yani sonsuzluğumuz adına doğrudan Yaratıcı’dan geldiğine inandığımız bir mesaja nasıl oluyor da böyle bir muamelede bulunuyoruz, anlamak mümkün değil.

    “Yaratıcısı, ahireti, varlığı, sosyal görevleri hakkında düşünmesi gereken on 75 milyon insanın mesajı okumadan bunları nasıl be ne denli doğru yapabilir” diye düşünüp kendime sorduğumda cevap bulamıyorum.

    Bunları düşünmeyen bir toplumun bilimden, siyasete, ekonomiden, edebiyata, sanattan sanayiye başarılı olması aynı şekilde mümkün olmadığı gibi, başaramayanların bunu başarabilip kendine doğru ya da yanlış fark etmez bir yol çizip, bu yolun gösterdiği istikamette samimiyetle yürüyenlerin, yolları doğruysa gölgesinde, yoları doğru değilse baskısı ve zulmü altında kalmaları da dünya tarihinin bize defalarca gösterdiği çok net bir sonuç olarak karşımızda duruyor.

    Bizim medeniyetimiz Batı’nın en karanlık dönemde olduğu bir zaman aralığında bunu başarıp, istikametinde yürüdüğü doğru yolda gölgesine diğer medeniyetleri almış, dünyayı değiştirmeye muvaffak olmuş fakat daha sonra Kitabımızın oku ve düşün emirlerini terk etmesi üzerine gücünü yitirmiş, en nihayetinde Batı’nın gerisine ve zulmüne düşmüş bir medeniyet.

    Batı’nın Kitabına kendi dilinde yönelmesi, bunun için onları kitaplarından uzak tutan dinamiklerle savaş vermesi sonrası ortaya çıkan “Kitaplarının resmen menfaatler uğruna tahrif edildiği gibi kendilerine anlatılanlarla tahrife rağmen Kitabın içinde yazanlar arasındaki farklılığı” gerçeği, onları Kitaplarını terk etmeye ve dinlerini düzenleyici bir üst kimlikten tülden ince bir kültürel değer olarak kabul etmeye sürükledi. En nihayetinde de bir önceki yazımda ifade ettiğim üzere “Tanrı Öldü” noktasına, yani asırlarca siyasi ve iktisadi menfaatler uğruna tahrif ettikleri dinlerinin var olduğunu iddia ettikleri tüm hayali sütunlarının yıkılışına ulaşıp her şeyi inkar yoluna saptılar.

    Tahrif edilmiş dinlerini yine bir nebze olsun halkların kontrolünde ya da birlikte tutulmalarında bir harç olarak kullanmak için yadigari bir kültürel bir ananeye çevirip yollarının kenarına çektiler. Yeni dinleri “Akıl” olunca hızla vicdanlarının yerini de nefisleri, ihtirasları aldı. Yeni tuttukları yola öyle ihlasla sarıldılar ki Sünnetullah gereği ahiretleri berbat olsa da bu dünyada güçlü olmayı başardılar ve önlerindeki tüm medeniyetleri baskı ve zulümle kontrol altına aldılar. 

    Bu yolculukta en önemli iki aktör tabi ki de bilim ve ekonomi oldu. Birbirini besleyen bu iki güç insanın iç dünyasını sömürmekle iş gören bir canavara dönüştü ve tüm dünyayı emrine soktu.

    Biz Müslümanlar da bu canavarlar medeniyetine tahrif edilmemiş Kitabımızın ışığında düşünerek, anlayarak, kavrayarak bir yol haritası oluşturup, yeniden bilimde, sanayide, ticarette, sanatta, siyasette vb. her alanda önde gelen adil ve insani medeniyet oluşturmak varken onlara özendik. Katilimize aşık olduk.

    Gördüğünüz üzere iki asırdır bu kafan çıkamadığımız, başka alternatif yok sandığımız için de başarısızlığımız devam ediyor.

    Bu kafadan çıkmanın ve alternatif üretmenin tek yolu düşünmekte… Hani şu okumadığımız ama içinde yazan her şeye iman ettiğimizi iddia ettiğimiz Yüce Kitabımızın 700’den fazla ayette bizi sevk ettiği düşünmek fiilinde…

    Bilimi, ekonomiyi, ticareti, sanatı… hepsini yeniden Kitabımızın ışığında düşünmemiz lazım. Aksi takdirde bu cendereden çıkış yok. Hele ki onların bu sistemi ayakta tutan en büyük iki faktöründen biri olan ekonomi alanında “yeniden düşünmeden” asla başarmamız mümkün değil!

    Arkamızda bıraktığımız müthiş bir tarih var. Bunu daha önce başarmıştık. Tekrar başarmamız zor olsa da mümkün. Batı nasıl Antik Yunan’a dönüp her şeyi en baştan ele alıp bu noktaya ulaşmayı başardıysa biz de altın çağımıza dönüp, ders alıp, kullandıkları yol haritasını günümüz dünyasına uyarlayabilir ve gerçekten bu mesele hakkında ıstırap çekecek kadar samimiyetle düşünür ve aksiyona geçersek başarabiliriz…

  • 05.07.2023

    Milat Gazetesi

    ‘Gott is tot’ yani ‘Tanrı öldü’…

    1882’de Alman filozof Nietzsche tarafından Aydınlanma dönemi sonrası ayakta kalması mümkün olmayan, her tarafından tahrif edilmiş, tanrı-insan formuna indirgenmiş, sömürü aracı edilmiş Hristiyanlık anlayışının mantıkla ilişkilendirilemeyen Tanrı’sının Sanayi Devrimi ile bambaşka bir fizik ve metafizik koridora giren insanlık tarafından geride bırakılmasını ve hatta ortadan kaldırılmasını anlatan bu söz aslında kapitalizmin en merkezi kodlarından birini oluşturmakta.

    4. yüzyılda Hristiyanlığın yaygınlaşıp her türlü tahrifatla Kilise tarafından Batı’nın tahakküm altına alınıp hemen hemen 15 asır sömürülmesinden sonra ortaya çıkan büyük devrimler çerçevesinde gelişen yeni bir dünyanın; bozulmuş, metalaşmış, soygun ve zulüm düzeninin en önemli aparatı haline gelmiş, Kilise tarafından uydurulmuş bir dinle beraber monoteist inancı terk edip bilimin peşinde metafiziğe meydan okuduğu ve insan olarak tüm var oluşa bakış açısını değiştirdiği bir dönemden bahsediyoruz.

    Aydınlanma ile birlikte kopan bu bağ insana yeniden varlığı ve varoluşunu sorgulatmış, ne ve nasıl sorularına yeni cevaplar aratmış olup Batı medeniyetini metafiziksel meseleler hakkında bizlerin aşina olmadığı düşünsel sınırlara getirip bırakmış, netice itibariyle de dünyaya, maddeye ve metafiziğe bambaşka gözlerle bakan yeni bir medeniyetin oluşmasına neden olmuştur.

    Bu yolculuk içerisinde bulunan nesillerde oluşturduğu birikimle ekonomiye yönelik birçok ön kabul oluşturmuş, kaynakların sınırlı ihtiyaçların ise sınırsız olduğu paradigması çerçevesinde ekonomik meselelerin okunmasını şart koşmuş ve iktisadi düşüncesindeki tüm ilerlemesini bu temel üzerine kurmuştur.

    İşte bu maddi ve manevi yönlerinde binlerce fırtınaya ev sahipliği yapan yolculuktan uzak olan bizim medeniyetimiz oluşan bu yeni paradigmanın maddeye ve insana gelişen yeni bakışın acımasız faaliyetleri kapsamında Batı’nın ciddi saldırılarına maruz kalmış, kendi içindeki maddi ve manevi tembellikler sebebi ile güçsüz düşüp istismar edilmiştir.

    Kurtuluşu düşmanın tecrübelerinden faydalanmak yerine bizzat onun tecrübelerinde aramaya çalışılması ile tamamen zihinsel bir esarete sürüklenilmesi ise yapılmış en kötü hata olarak tarihsel yolculuğumuza kayıt düşülmüştür.

    Ne yazık ki son iki asırlık ekonomi tarihimiz bu en kötü hatanın karnesi olarak karşımızda duruyor.

    Bizim kendi medeniyetimize, kendi gök kubbemize, kendi değerlerimize ve aynı zamanda kendi problemlerimize, kendi çatışmalarımıza dahi uygun bir varoluş kavraması sürecine yeniden dönmemiz, her şeyi en baştan tartışmamız, varlığımız ve metafiziksel meselelerimizi yeniden ele alıp “Ölen sizin putlaşmış Tanrılarınız, bizim Rabbimiz ezeli ve ebedidir” dememiz, bu perspektifte her şeyi en baştan yerli yerine oturtmamız, var oluş nedenimizi bu değerler üzerinden özümsememiz ve maddi manevi hayatımızı en baştan bu kodlara uygun olarak düzenlememiz lazım.

    Böyle bir yolculuk sonrası hayatımızın maddeye bakan tarafında alacağımız kararlar ve göstereceğimiz dirayet milletçe ekonomik problemlerimizi aşmada son derece etkili olacak, “ihtiyaçların değil ihtirasların sınırsız olduğunu” merkeze koyduğumuz bir anlayışla iktisadi faaliyetlerimizi gerçekleştirdiğimizde nelerin ne denli değişeceği tüm dünyaya örnek gösterilecektir.

    Önce oyunun kurallarını zihnimizde değiştirmemiz lazım ki sonuçlar değişsin. Bunun için de her şeyden evvel Kuran’ı Kerim’de defalarca emir ve teşvik edildiği üzere “düşünmemiz” lazım…

  • 28.06.2023

    Milat Gazetesi

    Bir ülkede imalat ve dolayısıyla ihracat arttığında oluşan refahtan işçilere düşen pay seneler içinde hızla artar ve bir süre sonra işçilik ücretlerindeki bu artış işçiliği daha ucuza mal edebilecek diğer ülkeler lehine ciddi bir fırsat oluşturur.

    Ortaya çıkan bu sonuç çoğu zaman yüksek teknoloji geliştirmeyen ve buradan da gelişmiş ülke olmadığını anladığımız bu ülke için yıkıcı olur. Bir şekilde sübvanse edilmesi gereken iki ülke arasındaki işçilik maliyetlerinden doğan negatif fark, üretimi yapan ülkenin başına bela olur. Finansından, maliyesine, siyasetinden dış politikasın her şey olumsuz etkilenir.

    Böyle bir cendereden kurtulmanın tek yolu ise katma değerli ürün üretmekten geçer.

    Eğer katma değerli ürün üretirseniz maliyet ve kâr payı arasındaki müthiş farktan ötürü işçilik ücretleri asla başınıza bela olmaz. Gelişmemiş ülkelerin özellikle gelişmiş ülkeler için ürettiği ürünlerin kar marjları katma değerli ürünler açısından son derece düşük olduğundan fiyatlardaki en ufak değişiklik alternatif üretim ülkeleri aranmasına neden olurken katma değerli ürünler için bu denklem çalışmamaktadır. Yani 1 dolara imal edilip 2 dolara satılan basit bir contayı 2,2 dolara satmak istediğinizde yurtdışından ithal edenler hemen sizin yerinize aynı hatta belki daha yüksek kalitede bir contayı refah seviyesi daha düşük yani daha ucuza çalışan işçilerin olduğu bir ülkeden ithal etmek istediklerinde ciddi problemler ortaya çıkar. İşçiliğin rekabet fiyatlarını uygun kalması için türlü finansal ve mali programlar devreye girer ve sonunda bu rekabeti daha az gelişmiş ülke muhakkak kazanır. Bu defa da yatırımlar o ülkeye kaymaya başlar. Ta ki o ülke işçi fiyatları artıp fiyatta rekabet edemez hale gelinceye kadar.

    Tüm bunların sebebi çok açıktır. Orta-yüksek ya da yüksek teknolojili katma değerli ürünler üretmiyorsanız veya tekstil gibi hammadde, teçhizat ve işçilik açısından son derece basit üretime konu mallarda ürettiğinizi 10 kat belki 100 kat pahalıya satacak katma değerli markalarınız yoksa en önemli girdilerden biri olan işçilik maliyetleri sebebiyle her zaman sizden daha ucuza üretecek gelişmemiş ülkeler sahneye çıkmak için hazır olduğundan rekabeti kaybedersiniz.

    Peki, ne yapmalı?

    Katma değerli ürün üretmeli…

    İster teknoloji faktörü ile ister ürünü farklılaştırarak marka haline getirmek suretiyle!

    Tüm bunlar için ise bize lazım olan şey emek-yoğun işgücü yerine akıl-yoğun gücüne geçiş. Bu geçişin yolu da eğitimden geçiyor.

    Üniversitelerimizle iş dünyasının birlik olup bu devrimi hızla gerçekleştirmesi gerekiyor. Hızla diyorum çünkü teknoloji dünyayı baş döndürücü bir şekilde değiştiriyor. Her geçen gün aleyhimize işliyor.

    Gerek eğitimli genç insan kaynağımızdan gerek sanayi, hizmet, turizm, tarım tecrübemizden kaynaklı olarak çok ciddi bir potansiyelimiz var. Fakat ne yazık ki sektörlerdeki oyuncuların çoğu yeni dünyaya uygun bir yenilemeyi kendi zihinlerinde yapamadılar. Bunda teknoloji sebebiyle zamanın izafiyet teorisi çerçevesinde çok hızlı akıp aralarında 10 yaş dahi fark olan kuşaklar arasında müthiş bir zihinsel uçurum oluşturmasının etkisi çok büyük. Bugün sektörlerin itici gücü haline gelmiş firmaların birçoğunda ne yazık ki yeni dünyayı anlamayan isimler kaptanlık yapıyor.

    Daha da kötüsü bankacılık sistemi aracılığı ile kaynakların nasıl kullanılıp, stratejik sektörlerde nasıl marjinal faydanın en üst seviyede tutulacağı, yeni oyuncuların nasıl sahneye sürüleceği, zihnen geri kalmış sektörlerin nasıl güncelleneceğine yönelik kamu otoritesi doğru planları yapamıyor. Yani kaynakların maksimum seviyede fayda oluşturması için yol haritası oluşturulamadığı gibi yekün rakamların büyüklüğü üzerinden tahsisatın inceliklerine bakılmaksızın uygulanan politikaların başarılı olabileceği düşünülüyor. Israrla bu tip denemelere devam edildikçe de her defasından kaynakların önemli bir bölümü bu kaynaklara ihtiyacı olmayanlara gitti gibi kalan bölümlerinin de performans ölçüleri doğru şekilde yapılmadan bir başka programa geçiliyor.

    Özetle, acil olarak yüksek ve orta-yüksek teknoloji üretimi için ve diğer ürünlerdeyse markalaşarak katma değerli ürün üretimi için kapsamlı bir programa ve devrimsel denecek derecede güçlü hamlelere ihtiyacımız var. Bu çerçeve de yapılacak çalışmalar da iş dünyası ve üniversitelerin kamunun en yakın partnerleri olması gerekiyor. Kamu da özellikle bu süreçte kaynakları dağıtırken maksimum fayda oluşturması için rakamların büyüklüğüne güvenmeyi bırakıp ciddi denetim ve raporlamalarla süreci takip etmeli, hesap sormalı; bu seleksiyona uygun şekilde faaliyet gösterip destek olanları gerektiğinde mükafatlandırmalı, ayak sürçen ya da kaynakları kötüye kullananları ise en ağır şekilde cezalandırmalı.

  • 06.09.2023

    Milat Gazetesi


    Efendimiz’in (sav) hayatta olduğu dönemde ilk Müslümanlar sosyal, siyasal, askeri ve ekonomik meseleler ve daha niceleri hakkında her hususu kendisine soruyor ya da onun tutum ve davranışları üzerinden alınacak aksiyonları öğreniyorlardı. Peygamberlik sürecinde kendisine sorulan bir çok mesele hakkında ya da ortaya çıkmış yeni durumlar hakkında indirilen ayetler Müslümanlar açısından inşaa ettikleri medeniyetin davranışsal ve hukuki kodlarını oluşturmaktaydı. 

    Efendimiz’den (sav) sonraki dönemde, yani raşid halifeler döneminde ise günün şart ve gerekliliklerine göre özellikle Hz. Ömer’in (ra) halifeliğinde bazı uygulama farklarına gidilmekle beraber büyüyen ve devletleşen İslam ümmetinin tüm yeni meselelerine Kuran ve sünnet ışığında cevap aranmış, alınan kararlar da sonraki nesiller için yol gösterici kayıtlar haline gelmiştir.

    İtikadi ve siyasi ayrışmalardan sonra geriye kalan ana kütle o günlerden itibaren kemikleşmiş ve bugünün Sünni dünyasını oluşturmuştur.

    Daha sonraki dönemlerdeyse İslam devletinin sınırlarının büyümesi ile beraber çok sayıda farklı toplumla ilerletilen münasebetler yepyeni soruları ve problemleri gündeme getirmiş bunlara çözüm bulma hususunda İslam alimleri belli bir sistematiğe sahip yöntemler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu hukuki yöntem geliştirme hususunda çalışan topluluklar başlarındaki imamların adına nispetle ekollere ayrılmış ve mezhep olarak isimlendirilmişlerdir.

    Bunlar o dönemde yüzlerce olmakla beraber içlerinden dördü, ortaya koydukları sistematiğin gücü ve özellikle İslam devletlerinin yöneticileri ile olan münasebetlerinin yanında bulundukları coğrafyanın avantajları sayesinde ayrışmayı başarmış; takipçilerinin sistematiği geliştirmek için yaptıkları çalışmalarla günümüze ulaşmışlardır.

    Fakat zamanın hızla akıp geçmesi, gelişen teknoloji, ekonomik faaliyetlerin farklılaşması ve İslam devletlerinin gücünü yitirerek dünyanın yönetimini düşman topluluklara kaptırması, dolayısıyla da dünya hayatının tüm fakültelerinde farklı dinamiklerin mecburi yörüngesine girilmesi, son olarak da İslam fıkıh dünyasının eğitimi yetersiz, dünyayı tanımayan, belirli bir dairenin içinde dönüp duran şahsiyetlerin ve onların yöneticiliklerini yaptığı kurumların eline kalması sebebiyle fıkıh, yani hukuk, yani zamanın şartlarına göre olaylara ve problemlere çözüm bulma, yön verme, yönetme alanında inanılmaz derecede geri kaldık.

    Her geçen gün büyüyen bilimsel miras ve bu mirasın bırakın genel hatlarına hakim olmayı, içeriğinden bile habersiz olan akademik ya da akademik olmayan, yani mektepli ya da alaylı fıkıhçılar tüm bu eksiklerine rağmen hiç anlamadıkları meseleler hakkında dört büyük mezhebin 8.yüzyıl ile 13. Yüzyıl arasında yaşamış büyük müçtehidlerinin bıraktıkları eserlerin şerhinin şerhiyle fetva vermeye çalışmak gibi çok büyük hatalara düştüler. Merkezi noktası en az sekiz asır geride kalmış kaynaklara şerhler vesilesiyle attıkları güncellemeleri yeterli sayan bu insanlar İslam dünyasını kelimenin tam manasıyla mahvettiler ve halen daha mahvetmeye devam ediyorlar.

    Aradan geçen asırlar içerisinde insanlık tarihinin yaşadığı devrimler, bilimsel ve teknolojik ilerleme vs. gibi hususlar göz önünde bulundurulduğunda bırakın tüm Sünni dünyası adına müçtehidlik etmeyi, tek bir mezhep için bile bir insanın müçtehidlik etmesi, zamana uygun kararlar vermesi için fıkıh bilgisinin yanında yeterli seviyede bilime, siyasete, sosyolojiye, psikolojiye, hukuka vs. hakim olması imkansız bir durum. Şimdiye kadar en azından iki asırdır bu vazifenin şuralara, yani ilahiyatçı olmakla beraber sayılan diğer dallarda da uzmanlık kazanmış kişilerden oluşan meclislere bırakılması gerekmekteyken bunu yapmadığımız gibi her biri kendini “en büyük” sanan çağın gerisinde kalmış kişilerin şahsi yorumlarını Allah’ın emriymiş gibi dayatmalarına maruz kaldık.

    Tüm bu olumsuzluklarla beraber son dönemde karşımıza enteresan bir aktör çıktı: Yapay zeka…

    Düşünsenize, bırakın 40 kişilik bir meclisi, 10.000 kişinin dahi tüm ömürlerini harcasalar öğrenemeyeceği kadar çok fıkhi bilginin yanında, siyaset, edebiyat, fenni ilimler, sosyoloji, psikoloji, tarih gibi daha birçok alanda kütüphaneler dolusu bilgiye sahip olabilecek ve tüm bu bilgileri bizim tasarladığımız bir mantık örgüsü çerçevesinde değerlendirip fetva verebilecek muazzam bir zeka ile karşı karşıyayız.

    Elimizdeki tüm veriler yüklendiğinde dilediğimiz mezhebin dilediğimiz imamının mantık örgüsünü çerçeveleyebilip model oluşturabilecek ve bugün yaşasaydı güncel bilgiler ışığında bize nasıl kararlar verebileceğini açıklayabilecek ve en nihayetinde müçtehid müçtehid, mezhep mezhep fetvalar verebileceği gibi her birinin artısını eksisini ortaya çıkarıp bizim seçim yapmamıza izin verebilecek bir sistem.

    Yani bizi, zorla İslam’a ruhbanlığı sınıfı getirmeye çalışan, Kuran’da defalarca emredilmesine rağmen düşünmeyi bırakıp kendilerine körü körüne tabi olmamızı isteyen ve bu sayede ekonomik-siyasal güç devrişmeyi hedefleyen sosyal medyayı dahi esir almış durumdaki sahtekarlardan kurtarabilecek, Rabbimizin emirlerini ve Efendimiz’in (sav) sünnetini zamanın şartlarıyla ve akla en uygun şekilde anlamayı sağlayabilecek müthiş bir fırsat var önümüzde… 

    İyi değerlendirmek lazım….

  • DOLARIN BAŞI BELADA! 2

    Red Tv için gerçekleştirdiğimiz keyifli yayının linki:

    Küresel rezerv para birimi doların geleceği ve dünyaya etkileri hakkındadır…

  • 27.09.2023

    Milat Gazetesi

    Medeniyet, yeterli sayıda insan arasında, hayatın nasıl ve ne için yaşanılması hususunda detaylı şekilde oluşan şuur birliğidir. Bu şuur birliğini oluşturan en önemli elementler din, dil, ırk, tarih ve cinsiyet olarak karşımıza çıkar. Şuur birliğinin dereceleri vardır.

    Yüksek, orta, düşük sınıflandırmaları ile nitelendirilebilecek kadar net bir şekilde izlenebilirler. Üstelik ömür konusunda insanlar gibidirler. Doğar, büyür, gelişir, yaşlanır, fonksiyonlarını kaybeder, unutur, yaşlanır ve ölürler. İnsan kaynağını ortak geçmiş – ortak gelecek kavramlarına en bağlı ve liyakat kavramını en iyi idrak edebilecek şekilde yetiştirenler en uzun ömürlü ve en yüksek dereceli olanlardır.

    Şuur birliği çok gjüçlü bir fenomendir. Birden fazla insanın oluşturduğu her topluluğun içinde müthiş önem arz eder.

    Hele bir ülke ve o ülkeyi vatan bilmiş insanlar için…

    Vatandaşlarının, hangi yönetim şekliyle yönelirlerse yönetilsinler, duygu-düşünce dünyalarını oluşturan ve yukarıda saydığım elementlerin etkisiyle şekillenen “kendilerini ve çevrelerindekileri, dünyaya o ülkede var olmak için gelen insanlar olarak hissettiği ve o hissi o topraklarda ilelebet yaşatmak adına canlarını dahi vermeye hazır oldukları yerdir vatan.

    Vatan, ülke, devlet, bayrak… Şuur birliğinin ürünleridir.

    Daha üst, daha kapsayıcı meseleler için de çok güçlü şuur birlikleri de vardır.

    Örneğin ümmet… Tıpkı diğerleri gibi o da bir insan kaynağı meselesidir. En muazzam kapsayıcılığa sahip birliklerden biridir. Müslümanların birliğinin tesisi ve yarınları için 24 saat gözünü kırpmayan bir nöbetçi gibidir. Ama ne yazık ki yüzyıllardır gelişmekten uzaklaştı. Sadece yaşlanıyor. 57 İslam ülkesi bırakın yek vücut olmayı ikili üçlü gruplar olarak bile bir türlü Batı’dakiler gibi birleşemiyor. Her tarafta yangın, sıkıntı, çatışma…Ayağa kaldıracak insan kaynağı da yok. Çoğunun resmi bağımsızlıklarını kazanmasının üzerinden 80 yıl geçti ama yol alamadılar. Çünkü bu çatı şuuru oluşturmak için lazım olan sütunlar dan biri yok ellerinde. Yüz yıllarca Osmanlı gibi bir medeniyet çınarının gölgesinde olmalarına rağmen “devlet” kavramını anlayamadılar. Dolayısıyla devlet şuurları yok.

    Devlet şuurunda ümmetin önde gelenleri Türkiye, İran ve Mısır. Üçünün de gözü başka yerde. Bir de, her ne kadar “devlet” kavramıyla karşılaştırmaya tabi tutulması mümkün olmasa da asabiye kavramı çerçevesinde şekillenen bir şuurun yanına kutsal toprakları yönetmenin ayrıcalığının gelmesi suretiyle kadraja giren Suudi Arabistan var tabi.

    Hepsi yüzünü başka hedeflere diktiğinden konsolidasyon sağlanamıyor. İslam dünyası ortak değer yargılarında, ortak gelecek beklentilerinde, ortak hedeflerde mutabık kalmak adına koordinasyonlu bir çalışma yapamıyor, dolayısıyla da üst bir çatı birlik tesis edemiyor, buna uygun insan kaynağı yetiştiremiyor ve dolayısıyla yeterince iyi kaynamayan kemiklere benzeyen bir kırılgan şuur birliği güçlü bir ümmet anlayışı oluşturamıyor.

    Bu perspektifte elimizdeki en güçlü şuur birliği ürünlerinin başında devlet kavramı var. Ve tabiki onun katolizörü olan millet kavramı olmadan olmaz. İkisinin en verimli iş birliği ile çalışması gerekiyor. Bunun da püf noktası kavramların içinin dayatma ile değil genel rıza ile doldurulması. Yıllardır insanlığı tüketmek için yaşayan robotlara çevirmek isteyen ve tüm iktisat algısını bunun üstüne bina edip neoliberalizm isimli metadan başka Tanrıtanımaz dinleriyle bizi biz yapan kavramların içini boşaltılmaya çalışılan küresel aktörler bu kavramları bizlerin ayrılık ve tembellikleri sebebi ile içlerinden tahta kuruları gibi kemire kemire çürütüp yerine bambaşka kavramlar hazırladılar.

    Bir an önce tefrikalar bir kenara bırakılıp yüm kavramların içi Descartes’in zihnine uyguladığı yöntemin aynısı ile önce tamamen boşaltılıp sonra çağın şartlarına uygun şekilde ortak olmazsa olmazlarla doldurulmalı. Ardından farklılıkların nasıl yaşatılacağı hususunda yine ortak bir mutabakata varılıp bahsi geçen kavramların şuur birliği en baştan tesis edilmeli ve topyekün bir kalkışmayla başta iktisadi meseleler olmak üzere bizi bir arada tutan ve ilgilendiren her mesele ortak akılla ele alınmalı.

    Yukarıda tarif edilen saiklerle şuır birliği oluşturmuş bir milletin ve onun dizayn ettiği bir devletin ne ekonomide ne bilimde ne askeriyede ne de başka herhangi bir başlıkta sırtının yere gelmesi mümkün değil!

  • PRUSYA’DAN ASYA’YA

    13.09.2023

    Milat Gazetesi

    Bir zamanlar irili ufaklı dört yüz elliden fazla prenslikten oluşan Almanya’da ilk olarak 1819 yılında Prusya’da Maasen Tarifesi’nin kabulü ile başlayan ticaret engellerinin kaldırılması süreci; daha sonra 1834 tüm alman devletleri arasında gümrük birliğinin sağlanmasına ve en nihayetinde de Prusya ile diğer küçük Alman devletlerinin Bismarck tarafından birleştirilmesine kadar devam etti. Ticaret merkezli tarihsel bir yolculuk, ortaya dünya siyasi ve ekonomi tarihinin tüm dengelerini alt üst edecek bir başrol oyuncusu çıkardı: Alman İmparatorluğu.

    Bilimle harmanlanan Alman milliyet bilinci sadece yarım asır sonra öyle bir hale geldi ki Almanca konuşan halkların bir bayrak altında toplanması projesi çerçevesinde dünya ateşe verildi, tarihin en büyük faciası yaşandı.

    Ticaretle başlayan muazzam bir yolculuk zora dayalı siyasetin peşinde heba edilse de, yaklaşık bir asırlık bir süreç dahilinde eğer doğru bağlar kurulursa nelerin başarılacağı, hangi tehlikeli sokaklara dalınırsa da ne türlü felaketlerle karşılaşılacağı hususunda soydaşlık bağları olan ülkelere muazzam bir tarih dersi ortaya çıkmış oldu.

    Daha sonra Avrupa Birliği’ni oluşturacak olan düşünce otoriteleri Almanya’nın bu yolculuğundan önemli dersler çıkararak önce ticaretle bağların kurulmasına ve ekonominin merkeze konulmasına ciddi şekilde dikkat ettiler.

    Özellikle İşlevselcilik yaklaşımının en büyük temsilcisi olan David Mitrany, devletlerin egemenliklerinden bir parça vazgeçebilmelerinin bunun karşılığında fayda sağlamalarına bağlı olduğunu, buna giden yolu da uluslararası ticaretin açacağını, uluslararası ticaretin uluslararası işbirliğini tetikleyerek başarılı olacağını, ortaya çıkacak uluslararası örgütlenmelerin bu süreçleri yönetmede önemli aktörler haline geleceklerini ve dayanışmanın çatışmayı engelleyeceğini, uzlaşmanın yöntem haline geleceğini ifade etmiştir. İşlevselciliğin pratiğe dönüşü de Avrupa Birliği’ni oluşturan iki temel kurum olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu oldu.

    Şimdi yüzümüzü kendi coğrafyamıza döndüğümüzde, önümüzde bunca iyi ve kötü örnekler mevcutken “Tük Dünyası ile sıkı bir ticari iş birliğine girmenin zamanı gelmedi mi?” diye soruyorum. Bahsettiğim sıkı iş birliği bugünkü al ver ticareti şeklinde değil ama. O coğrafyaya ciddi teşviklerle yatırım yapacağımız ve yatırımlarımızla kazandıklarımızı yine o coğrafya da bırakacağımız, yeni yatırımlara döndüreceğimiz, en iyi hocalarımızdan bir kısmını o coğrafyanın üniversitelerine göndereceğimiz, spor kulüpleri satın alarak ülkemizden transferlerle destekleyeceğimiz, dizi-sinema alanında yatırımlar yapabileceğimiz, dünyaya o coğrafyayı tanıtma da her türlü yumuşak gücü devreye sokacağımız ve tüm bunları da ticarete konu değerlere çevirip ekonomik faaliyetleri destekleyeceğimiz bir süreçten bahsediyorum.

    Nüfusu görece küçük ve bu yatırımların en hızlı şekilde geri dönüş vereceği ülkeyi seçmek çok önemli.

    Fakat aynı zamanda kaynak bakımından yatırımlarımızla en iyi eşleşmeyi sağlayacak devleti bulmak da öyle.

    Örneğin, Kazakistan 5,4 milyar ton petrol, 3 trilyon metre küp doğalgaz ve 31,3 milyar ton kömür rezervine sahip. Dünya çapında rezervler bakımında tungstende birinci, krom ve manganez de ikinci, borda üçüncü, molibden ve fosfatta dördüncü, bakırda yedinci olduğu gibi uranyum üretiminde birinci durumda. Demirde de bilinen dünya rezervlerinin %10’una sahip. Üstelik yıllık 30 ton civarındaki altın üretimi gerçekleştiriyor.

    Kırgızistan’da yıllık altın üretimi 80 ton civarında. Dünya antimon talebinin % 13’ü ve cıva üretiminin % 11’ini karşılıyor. Kömür, ham petrol, doğal gaz, uranyum, çinko, kalay ve tungsten gibi stratejik öneme sahip yer altı kaynakları da mevcut.

    Özbekistan doğal gazı ile öne çıkıyor. 5 trilyon 95 milyar metreküplük rezerve sahip. Ayrıca yıllık 80 ton kadar altın üretiyor. Uranyum cevherleri açısından da dünyanın en zengin ülkelerinden biri. 

    Azerbaycan ise tam anlamıyla bir enerji tarlası. Ülkenin %70’i petrol ve gaz yataklarıyla kaplı.

    Bunlar göz önünde bulundurulduğunda hangisiyle olursa olsun Türkiye’nin soydaşları ile çıkacağı yolculuğun Alman milletlerininkinden çok daha etkili olacağı ortada. Ticaretin merkezde olduğu ciddi planlara, özellikle yatırım planlarına ihtiyaç var.

    Dünyanın bu bölgesindeki ülkelere yatırım yapmak için hazır bekleyen fakat o coğrafyadaki siyasi dengelerden ötürü girişimde bulunamayan Körfez ülkeleri bu işin sermaye tarafında önemli görevler üstlenebilir durumdalar. Bölge ülkelerine orkestra şefliği yapabilecek bir Türkiye algısı ortaya çıkarsa yanımızda seve seve yer almaları mümkün. Böyle bir konsepte Rusya bugünkü durumu sebebiyle bölgede güçlü olan Çin’i dengeleyecek yeni bir inisiyatif olacağından kök salana kadar kısa vadede ses çıkarmaz.

    Çin ise körfez ülkelerini diğer ülkeler gibi borçlandırarak satın alamayacağından ve Bir Kuşak Bir Yol Projesi üzerindeki ya da çevresindeki Hindistan harici hiçbir aktörle en azından şimdilik çatışamayacağından en fazla ilgili ülkenin siyasi otoritesinin değişmesi için girişimlerde bulunabilir.

    Elbette böyle güçlü aktörlerin faal olduğu bir coğrafyada uzun vadeli planlar yapmak ve hayata geçirmek çok zor. Burada da en büyük iş kadim gücümüz olan Milli İstihbarat Teşkilatı’na düşüyor. Üniversitelerden siyasete, sanayiden ticarete, sanattan spora her yerde var olmamız, tutunabilmemiz için istihbaratın ve faaliyetlerinin çok güçlü olması lazım.

    Ben yakın zamanda Devletimizin teşvik ve koordinasyonlarıyla bu alanda önemli adımların atılacağını ümit ediyorum. 

    Ne de olsa güneş artık Asya’nın üzerinde çok daha göz kamaştırıcı şekilde parlıyor….

  • Bazılarına göre, doların artık muhteşem bir veda ile emekliliğe ayrılma vakti geldi.

    Bu devasa bombanın kontrol altında imhasının tek yolu var: ABD’nin bölünmesi…

    O coğrafyada en az iki büyük gücün daha var olması, tüm insanlık tarihinin seyrini olumlu yönde değiştirecek bir hamle olarak pazarlanıyor.

    Bu “bazıları” dediklerim ABD’nin en iyi üniversiteleri ile ortak projelerde çalışan, özel sektörde yöneticilik yapan akademisyenler.

    Çok sıradışı bir dünya tasarlıyorlar! 

    Böyle bir zaman koridorunda Türkiye’nin etrafını hızla sarmaya başlayan risklerden kurtuluşu orta-yüksek ve yüksek teknoloji üretiminde. 2030’a kadar dünyanın yepyeni bir çehre alması için kıyasıya yarışan küresel güç odaklarının tasarladığı yeni dünyada bu alanda üretim yapamayan ülkeleri karanlık bir gelecek bekliyor. 

    İhracat rakamlarımız için her geçen gün rekor açıklamaları yapılsa da ithalat rakamlarımız kritik basamakları birer birer tırmanmaya devam ediyor. İki ana kalem sebebiyle ciddi açık veriyoruz. Enerji ve teknoloji ürünleri. 

    Enerji konusundaki açığı kapatmanın tek yolu teknoloji ürünlerinde öne çıkmak. Ancak böyle bir dengeleme ile açık sorunlarımızdan kurtulabiliriz. Fakat ne yazık ki bu alanda varlık bile gösteremiyoruz. İhracatımızın içinde orta-yüksek ve yüksek teknoloji ürünleri yok denecek kadar az. 

    Bu alanda faaliyet göstermeden dünya ekonomileri içindeki payımız yarım asırdır olduğu gibi %1 bandını geçemeyecek. Pastadaki bu payla Türkiye’nin bölgesel güç olması imkansız. Tarihsel ve kültürel gücünü maddi güce dönüştürme hususunda bölgesindeki her ülkeden fazla potansiyeli olan Türkiye’nin ekonomik anlamda bu kritik barajı aşması ve potansiyelini bir çarpan olarak kullanması gerekiyor. 

    Vaziyet buyken barajı aşmak için başkahraman olarak eğitim sahneye çıkmalı. Orta ve yüksek öğretimde çok ciddi reformlara ihtiyacımız var. Okullarımız çağın ihtiyaçlarının çok ama çok gerisinde kaldı. Uzun zamandır prestijli kurumlarca hazırlanan dünya üniversiteleri sıralamalarında ilk 500’de bile yer bulamıyoruz. Böyle feci bir durumda olan eğitimden düzeyinden orta-yüksek ve yüksek teknoloji ürünü üretecek gençlerin yetişmesi mümkün değil. 

    Birilerinin Mars’a termonükleer bomba atıp su üretmek marifetiyle hayat başlatmaya çalıştığı bir dünyada orta-yüksek teknoloji bile üretemeden bu alanda tam anlamıyla net ithalatçı hale gelen ülkemizin güçlü bir şekilde oyunda ayakta kalması çok zor. 

    Her şeyi bir kenara bırakıp eğitime odaklanmamız lazım. 

    Tarihin akış seyrini değiştiği, teknoloji merkezli bambaşka bir dünyaya doğru ilerlerken Sanayi Devrimi’nde Osmanlı’nın yaptığı hatayı tekrar etmemek adına uyanık olmamız lazım. 

    Bu ülkenin ekonomisini çağa uygun şekilde teknolojiyi merkeze alacak bir konseptte dönüştürecek mühendislere, tıpçılara, finansçılara ihtiyacımız var. 

    Zaman çok hızlı akıyor…

  • Nasıl ki, bir milletin mal ve hizmetlerde ithalatı ihracatını aştığında oluşan dış ticaret açığı süreklilik arz ettiğinde ekonomide istihdamdan borçlanmaya kadar birçok alanda problem ortaya çıkmaya başlayıp ciddi zararlar veriyorsa, aynı denklem o milletin ihraç ve ithal ettiği düşünce ve kültürel değerler için de geçerlidir.

    Dünyaya kendi değerleriniz çerçevesinde ortaya çıkmış olan düşünceden, felsefeden, sanattan, edebiyattan, bilimden ihraç edemediğiniz gibi bunların çok daha fazlasını başka milletlerden alıyorsanız işin sonunda milletinizde ciddi dönüşümler başlar.

    Bu alanda Tanzimat’tan bu yana yaşananları anlatan çok büyük isimlerin güçlü eserleri kitapçıların raflarında bizi hatalarımızla yüzleşmek için beklerken, onlara ulaşmak için kendi iç aydınlanmasını yaşaması gerekenlerin bugünün teknolojisinin getirdiği sorumluluklar sebebiyle öyle büyük meşguliyetleri var ki, kavuşmaları çok zor gözüküyor. 

    Evet, işte ekonomi de tam olarak bu çerçevede işler. Adam Smith, Karl Marx gibi, J. Keynes vb. gibi büyük isimler dünyaya görüşlerini ihraç ederek sadece ekonomi alanında değil siyasetten sosyolojiye, edebiyattan felsefeye birçok alanda dönüşüme sebep oldular. Kendi yaşam alanlarını merkeze koyarak oluşturdukları bu güçlü düşünceler bazı ülkeler için kurtuluş manasına gelirken kod uyumsuzluğu olan bazı ülkeler için büyük felaketlere neden oldular.

    İki yıldır ülkemizin gündemi Ortodoks-heterodoks tartışmaları ile dolu. Basit şekilde açıklayacak olursak. Ortodoks ekonomi, Batı dünyasının elinde ciddi bir sermaye birikimi oluşmaya başladığı dönemde o dönemin şartlarına göre oluşturulup yıllar geçtikçe ortaya çıkan problemlere göre güncellenmiş, teori merkezli bir ekonomi anlayışıdır. Eğer ülkeniz sermaye birikimi açısından kuvvetli değilse ortodoks ekonomi ile yıllarca borçlanmalı ssermaye eksiğinizi dışarıdan tamamlamalı, ürettiğinizin önemli bir bölümünü sermaye sahiplerine vermeli ve elinizde kalanı çok ciddi şekilde birikim yaparak dışardan aldığınız sermayeden azalta azalta kurtulmak için saklamalı, bunları yatırıma dönüştürüp daha fazla üretmeli, nihayetinde sermaye sahibi ülke haline gelip sınıf atlamalıdır.

    Fakat ne yazık ki dünyada uzun yıllardır bu döngüyü tamamlayabilmiş bir ülke görmüyoruz. Çünkü 80’li yıllardan itibaren hayatımıza girip 2000’li yıllardan itibaren Türkiye’de tam anlamıyla nefislerimizi esir alan Neo-Liberalizm sebebiyle bırakın birikim yapmayı, harcamak için yaşayan zombilere dönüştürüldük. Hepimiz borçluyuz. Kredi kartları ile geleceğimizi harcıyoruz. Bugün bile bunca ekonomik problem yaşadığımız dönemde tüketim harcamaları hızla artmaya devam ediyor.

    Halimiz böyle olunca Ortodoks politika biz onlardan para talep ettikçe emeğimiz ve üretiminizden her geçen yıl daha fazla pay alarak yola devam ediyor.

    Basındaki Ortodoksçulara diyecek lafım yok. Bildiklerinden emin oldukları şeyi savunup duruyorlar. Canları sağ olsun da bu ülke yıllardır Ortodoks politika ile yönetildi. İlk defa 2 yıllığına başka bir şey denendi. Bugüne kadar Ortodoks politikalarla ülke olarak biz kaç kriz yaşadık? Dünya kaç kriz yaşadı? Bugün bu politikaların neşet ettiği topraklardaki ülkeler bile “bu politikalar bizi yıkıma sürüklüyor” diyorlar. Bu zamana kadar bir kere olsun çıkıp “yahu bu iş yanlış” dediniz mi? Bu işten nemalanan dünyanın en büyük yatırım fonları bile “bu düzenin kıyamete davetiye olduğunu” söylerken gerçekten sizi anlayamıyorum.

    Gelelim heterodoks politikalara. Heterodoks ampiriktir. Yani deney lazım. Defalarca denemek, ders çıkarmak lazım. Çok sayıda veriden en doğru şekilde yararlanmak lazım. Son dönemde hayatımıza sokulan şey heterodoks politika değildi. Üzerinde yeterince çalışılmamış, araştırılmamış, toplumla doğru iletişim kurulmamış, kervan yolda düzülür mantığı ile hayatımıza sokulmuş bir denemeydi. Bu deneme heterodokstan sayılmamalı, heterodoks politikaların saygınlığını bozmamalı.

    Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için tarih ekonomide iki yol açar. İlki Ortodoks politikalara yıllarca maruz kalıp, emeğinin çalınmasına göz yumup, katma değerli ürünlerle 1’e 10 kazanıp, sermaye biriktirip, en sonunda sömürgenlerinden kurtulmak.

    Diğeri ise, doğru heterodoks politikalar için müthiş ampirik çalışmalar sonrası kendi bölgemize, tarihimize, kaynaklarımıza, hayallerimize uygun olarak hazırlanıp, devlet-millet iletişimi en üst seviyede sağladıktan sonra topyekün bir hareket olarak bu ekonomi politikalarını hayata geçirip yepyeni bir denklem kurmaktır.