Köşe’deki Ekonomi

“Ahlaki değerlerinin yozlaşması durumunda, varlık ve kaynak şartları ne olursa olsun, hiç bir toplum meşru yollarla iktisadi açıdan refaha ulaşamaz. Bunun sonucu olarak bir çoğu iktisadi esarete sürüklenip sömürülürken az bir kısmı da gaddarlıklarıyla, sürdürülebilir olmamakla beraber, acımasız birer sömürgeciye dönüşür.”

  • 21.05.2025

    https://www.liderhaber.com.tr/abdnin-yeni-ekonomik-hegemonya-enstrumani

    Bugün dünya finans sisteminde yaşanmakta olan dönüşüm, yalnızca merkez bankası faizleri, rezerv para hareketleri ya da ticaret savaşlarıyla sınırlı değil.

    Bu dönüşümün daha derin, daha görünmez ama bir o kadar da etkili başka bir boyutu daha var: devletlerin yatırım gücü üzerinden yürütülen sessiz bir rekabet. 

    Bu rekabetin en sofistike ve hızla tesiri güçlenen silahlarından biri de Sovereign Wealth Fund yani devlet servet fonu kavramı. Son yıllarda özellikle Çin, Norveç, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi ülkeler üzerinden devlet servet fonlarını çokça duyar olduk. 

    İşte şimdi bu alana bambaşka bir aktör, bambaşka bir modelle dahil oluyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin geliştirip sahaya süreceği yeni model, klasik “devlet servet fonu” yapısından oldukça farklı. Bu yapı, bazı çevrelerde “Sovereign Wealth Reserve” olarak adlandırılıyor; yani “devlet servet rezervi”, kısaca SWR. 

    ABD’nin bu rezerv fon yaklaşımı, sadece bir ekonomik karar değil, aynı zamanda stratejik bir savunma, diplomatik bir araç ve küresel güç mücadelesinin yeni cephesi olarak karşımıza çıkacak gibi duruyor.

    Tarihsel olarak bakıldığında şimdiye kadar ABD, doğrudan bir devlet servet fonu kurma ihtiyacı duymadı. Bunun elbette birçok sebebi var. Öncelikle ABD ekonomisi tarihsel olarak hep sermaye çeken bir yapıda oldu; sermaye biriktirme ve dışa yönlendirme gereksinimi sınırlı kaldı. 

    Ayrıca kamu gelirleri genellikle bütçe açıklarıyla birlikte yürüdü; Norveç gibi büyük cari fazlalara dayalı bir yatırım havuzu oluşmadı. En önemlisiyse, özellikle Sovyetlerin dağılışından sonra tamamen olgunlaşan ABD’nin neo-liberal piyasa doktrini, devletin doğrudan yatırımcı olarak piyasaya müdahalesine her zaman mesafeli durdu. 

    Gelgelelim 2008 küresel finans krizinden bu yana yaşanan kırılmalar ve özellikle Çin’in devlet fonları eliyle küresel şirketlerde, limanlarda, enerji projelerinde etkili hale gelmesi, bu bakışı geç ve zor da olsa değiştirmeyi başardı.

    Çin’in China Investment Corporation-CIC üzerinden yürüttüğü stratejik satın almalar, Suudi Arabistan’ın Public Investment Fund- PIF fonu ile teknoloji sektörüne yaptığı agresif yatırımlar, Norveç’in Norges Bank Investment Management-NBIM fonunun dünyanın en büyük pasif yatırımcısı haline gelmesi ABD’yi artık yalnızca seyirci kalamayacağı bir jeopolitik sahaya zorladı. 

    Çünkü bu fonlar yalnızca finansal değil, siyasi ve stratejik gücü temsil ediyordu. ABD, bu gücü elinde tutmadığı her yıl, Çin gibi rakiplerinin jeoekonomik hamlelerine bir adım daha yenik düşüyordu. Sonunda uyandılar…

    İşte tam da bu noktada ABD, klasik SWF kurmaktansa çok daha özgün, karma bir yapıyı gündeme getirdi. Bu yapı resmi olarak SWF olarak anılmasa da, ABD Hazine Bakanlığı, FED ve özel yatırım fonları arasında örülen yeni bir ağın merkezinde yer alıyor. 

    Bu sistemin bir ayağında Hazine Bakanlığı, diğer ayağında FED ve üçüncü kritik oyuncu olarak da BlackRock gibi dev özel fonlar yer alıyor. 2020 pandemi döneminde FED’in krize karşı yürüttüğü şirket tahvili alım programını hatırlayanlar, bu programın fiilen BlackRock’a emanet edildiğini de hatırlayacaktır. Yani işin içinde bambaşka işler olduğunu anlamak gerekiyor.

    Bugün ABD, FED’in bilançosunda tuttuğu bazı rezerv varlıkları ve devlet tahvillerini artık sadece pasif olarak taşımak yerine, SWR havuzu benzeri yapılara aktararak bunları aktif yatırım aracı hâline getirmeye hazırlanıyor. Yani ABD, para basarak piyasayı fonlamaktan çok, rezerv birikimiyle doğrudan yatırım yapacak bir aktör olmak istiyor. Ama bunu devletin eliyle değil; BlackRock, Vanguard, State Street gibi hepsi birbirinin ve dünyanın tüm ülkelerinin borsalarında kağıtları işlem gören sanayi, ticaret, medya, turizm, sağlık, kimya, otomotiv, gıda, gayrimenkul, finans devlerinin ortaklık paylarını ellerinde tutan yani dünyayı yöneten yatırım fonları üzerinden, vahşi kapitalist özel sektör oyuncularının eliyle “devlet serveti yönetimi” yapılacak gibi gözüküyor. Bu aslında şirketlerin devletleşmesinin en önemli işaret fişeği olacak.

    Bu yeni yaklaşımda yatırım yapılacak alanlar dikkatle belirlenmiş durumda. ABD için öncelikli stratejik sektörler arasında yarı iletken teknolojileri, mikroçip üretimi, yapay zekâ ve kuantum bilişim, enerji altyapısı (özellikle yeşil enerji ve nükleer), savunma sanayi, nadir toprak elementleri, batarya teknolojileri ve kamu altyapısı geliyor. 

    SWR benzeri yapıların fonları sadece iç piyasaya değil, küresel sahaya da yayılacak. Özellikle Afrika, Güneydoğu Asya ve Güney Amerika gibi bölgelerde altyapı yatırımları, teknoloji merkezleri ve enerji projeleri üzerinden Çin’in Kuşak-Yol Projesi’ne karşı alternatif bir yatırım şemsiyesi kurulması planlanıyor. Böylece ABD, sadece yaptırımlar ve ticaret kısıtlamalarıyla değil, doğrudan yatırım gücüyle Çin’e karşı sahada olacak. Bu, Soğuk Savaş sonrası en ciddi “jeoekonomik cepheleşme” anlamına geliyor.

    Elbette bu modelin diğer devlet servet fonlarından farkları büyük. Çin’in CIC fonu agresif büyüme odaklı; küresel şirketleri doğrudan satın alıyor. Norveç’in NBIM fonu ise düşük riskli ve şeffaf yatırım stratejisiyle çalışıyor. Suudi Arabistan’ın PIF fonu orta riskli, büyük getiri arayan ve teknolojiye odaklı bir yapıya sahip. 

    ABD’nin kurmaya çalıştığı SWR modeli ise bunların hepsinden farklı olacak gibi. Kaynak olarak doğrudan bütçe fazlası ya da dış ticaret gelirleri değil, FED bilançosundaki varlıklar, devlet tahvilleri ve özel fonların sermayesi kullanılacak. 

    Yönetim doğrudan kamunun değil, kamuyla birlikte çalışan özel fonların elinde olacak. Yani dünyayı yöneten finansçılar artık ABD’nin SWR ile outsource edeceği gerçek zenginliğini ve kredibilitesini de yönetmeye başlayacak. 

    Risk yaklaşımı karma olacak yani kamu garantisi ile özel sektör risk iştahı birleştirilecek. Yatırım alanı sadece finansal değil; altyapı, güvenlik ve teknoloji gibi kritik sektörlere yönelecek.

    Belki de en önemlisi, bu modelde şeffaflık kamuoyuna açık olmasına rağmen, uygulamada gölge yapılar üzerinden çalışılabiliyor olması olacak. Bu da ABD’nin resmi olarak “devlet servet fonum yok” pozisyonunu korurken, aslında küresel yatırımlarda aktif bir devlet oyuncusuna dönüşmesini sağlayacak. Herkes kazanıyor gözükse de bu işten en fazla kazancı dünyanın tüm gelişmiş markalarının hisselerini elinde tutup küresel ekonomiye yön veren finans elitleri sağlayacak. Gerisi hikaye…

    Bu yeni modelin küresel ekonomi üzerindeki etkileri çok büyük olacak. Öncelikle doların konumu değişecek. Dolar, artık sadece bir ödeme aracı veya rezerv para değil, aynı zamanda yatırım yapan, altyapı finanse eden ve stratejik sektörleri yönlendiren bir güç hâline gelecek. Bu da doların küresel çekiciliğini sadece güvene değil, getirisi olan somut projelere dayandıracak. 

    Hal böyle olunca Çin ile SWF savaşı ise yeni bir boyut kazanacak. ABD artık Çin’in yatırımlarına yalnızca karşı hamleler değil, alternatif yatırım fırsatları sunarak cevap verecek. Bu durum özellikle gelişmekte olan ülkeler için cazip hale gelecek. Çünkü Çin’den gelen yatırımın siyasal bağımlılık yarattığı algısı, ABD’nin “özel sektör eliyle, daha esnek yatırım” vaadiyle dengelenebilecek. 

    Bu sayede gelişmekte olan ülkeler, altyapı fonlaması için yeni bir seçenek elde edebilecek. Ancak bu, aynı zamanda Batı eksenli yeni bir ekonomik bağımlılık tuzağını da haliyle içinde barındıracak.

    İçeride ise ABD’nin kamu yatırımlarını finanse etmek için SWR sistemine yaslanması, özellikle altyapı reformlarının önünü açabilecek. Kapsamlı bir köprü, liman, demiryolu ve enerji modernizasyonu için bu fonlama merkezi hayati değerde olacak. 

    Fakat bu durum aynı zamanda, kamu yatırımlarının artık doğrudan Hazine’den değil, özel fonlar üzerinden yapılması anlamına da gelecek. Bu da kamu hizmetlerinin finansmanında kar maksimizasyonu odaklı bir bakış açısını beraberinde getirmesiyle sonuçlanacak ki, bu durum ilerleyen süreçte bazı problemlere neden olabilir…

    BlackRock gibi fonların devlet fonu gibi davranmaya başlaması, bu firmaların piyasa oyuncusu değil, devletin stratejik ajanı haline gelmesine yol açabileceğinden belirli riskleri yanında taşıyacak. Bu durum finans kapitalin devlet aygıtına entegre olmasının, belki de en net örneği olacak.

    Sonuç olarak ABD’nin SWR stratejisi, yalnızca bir fonlama hamlesi değil, çok katmanlı bir jeoekonomik değişimin habercisi olarak gözüküyor. Bu sistemin tam işler hale gelmesiyle birlikte, dünya ekonomisinde yatırım akışları yeniden şekillenecek, güç dengeleri değişecek ve belki de merkez bankalarının rolü bile yeniden tanımlanacak. 

    Artık sadece faiz politikasıyla değil, doğrudan yatırımla sahada olan merkez bankaları, “yatırımcı devlet” kavramını güçlendirecek. 

    Bu model, Türkiye, Arjantin, Brezilya, Meksika, Güney Afrika gibi gelişmekte olan ülkeler için hem ciddi fırsatlar hem de dikkat edilmesi gereken riskler taşıyor. 

    Evet, bu yatırımlar, ekonomik büyüme ve altyapı reformu için ciddi kaynak sağlayabilir. Fakat dış bağımlılığı bugüne kadar bildiğimiz ve bir şekilde yönetebildiğimiz bir formdan çıkarıp karmaşık ve çok daha katı-kalıcı hale getirebilir. Bu nedenle ABD’nin SWR stratejisini izlerken, sadece ekonomik değil, siyasi ve stratejik perspektiflerle de değerlendirme yapmak şart. 

    Son söz olarak şunu diyebiliriz: Dünya artık “yatırım savaşları” dönemine hazırlanıyor. Bu savaşın cephanesi fonlar, askerleri danışmanlar, cepheleri ise şirketler ve projeler olacak. Büyük bir ekonomik sıçramanın eşiğindeyiz. Fakat unutmamak gerekir ki böylesine keskin değişikliklere piyasalar ancak büyük krizler sonrası razı olur…

    Çok dikkatli olmamız lazım!

  • 19.06.2025

    https://www.elipshaber.com/savas-cin-ekonomisi-ve-tcmb-karari

    Bir haftadır devam eden savaşın neredeyse hiç değinilmeyen çok büyük bir önemi var: Çin ekonomisine etkisi…

    Rusya-Ukrayna Savaşı’nın başladığı günden beri perde arkasında devam eden ABD-Çin Savaşı ve yine ABD’nin gölgesinde gerçekleşen Çin-Tayvan gerilimine Tarife Savaşları’ndan sonra denkleme bir de İran-İsrail Savaşı girmiş oldu.

    Enerjide rakibi ABD’nin aksine tam anlamıyla ithalata mahkum olan Çin 2024 yılında 11.3 milyon varil petrol ithalatı gerçekleştirmiş bir ülke. Üretim ekonomisi bu ithalatla bağımlı. Bu enerji ithalatının faturası tam 310 milyar dolar. Söz konusu devasa talebin önemli kısmı Suudi Arabistan, Irak ve İran’dan karşılanıyor.

    İran’a ait elde edilen 2023 yılı resmi verilerine göre Çin’e 41 milyon varil petrol satılmış. Yani söz konusu enerji ithalatının %3,7’si İran’dan sağlanmış. Fakat uzmanlar gerçek rakamların bunlar olmadığını iddia ediyorlar. Çünkü İran üzerindeki yaptırımlar nedeniyle önemli bir büyüklükte petrol Çin’e Singapur, Malezya ve Umman gibi ülkeler üzerinden satılıyor. İran’ın Çin’e ulaşan petroldeki gerçek oranının %7-%8 civarında olduğu düşünülüyor.

    Tabi bir de işin fiyat tarafı var. 400-500 milyar dolarlık bir GSYH’ye sahip İran için petrol ve gaz satışları hayati önem arz ediyor. Yaptırımlardan ötürü bu tip yollarla sattığı petrolde ciddi fiyat indirimleri de söz konusu oluyor. Hal böyle olunca da Çin bundan çok ciddi şekilde faydalanıyor.

    Bu perspektifte açtığımız pencereden bir de Hürmüz Boğazı ile Malakka Boğazı’nı baktığımızda meselenin Çin için önemi saha da netleşiyor.

    ABD uzun yıllardır Çin’in enerji açısından dünyaya açılan kapısı olan Malakka Boğazı’nı müttefikleriyle beraber deniz kuvvetleri aracılığıyla sıkıştırıp Çin’e ciddi baskı uyguluyor. Öyle ki Çin bu güvenlik problemini aşmanın yanında ticaret kanallarını da geliştirmek/güvenli hale getirmek için hepimizin adına aşina olduğumuz ve benim de bir çok yazımda atıfta bulunduğum Kuşak ve Yol Projesi’ni hayata geçirmeye çalışıyor. Projeye şimdiye kadar 400 milyar dolardan fazla para harcandı. Proje henüz istenilen seviyede olmadığı gibi Çin çoktan ekonomik anlamda ciddi problemlerle boğuştuğu kötü bir döneme girdi.

    Üstene bir de şimdi her an Hürmüz Boğazı’nın kapanması ihtimali var. Dünya LNG ve petrol akışının ana vanası olan boğazın devre dışı kalması halinde enerji fiyatlarında ciddi dalgalanmaların olması ve petrol fiyatlarının hızla 100 doları aşması mümkün.

    Günde ortalama küresel tüketimin yaklaşık beşte biri olan 20 milyon varil ham petrol ve ürünü bu boğazdan geçiyor.

    Sadece Çin değil. Bütün Asya’da taşlar yerinden oynar ve enerji şoku domino etkisi yaratır. Çünkü Çin’le beraber Hindistan, Japonya ve Güney Kore, Boğaz’dan çıkan ham petrol ve kondensatın %69’unu, LNG’nin %83’ünü satın alıyor; Asya’da rafineri kapanmaları, elektrik kesintileri ve ithal enflasyon hızla riski yükselir.

    Yazımın çerçevesi gereği Batı’da ne olur tarafına çok girmiyorum. Fakat onların da son derede kötü etkileneceği ve insiyatifin kısa süreli de olsa rezerv zengini ABD’nin eline geçse de netice itibariyle Powell’ın ifade ettiği ve FED’in faiz indirimi beklentisini elinin tersiyle itmesine neden olan sebepler dairesinde işlerin olumsuz küresel etkilerinin ortaya saçılacağı bir dönem başlar.

    Evet, Çin için zaten zorlu olan sürecin İran-İsrail Savaşı ile daha da zorlaşacağı kesinleşmiş durumda. İşlerin nereye varacağı soluksuz şekilde takip edilip beklenirken bir başka önemli meselemi daha var: TCMB faiz kararı…

    Ciddi şekilde gerileyen petrol fiyatları çerçevesinde enflasyonda beklentiler Mayıs ayı verileriyle beraber pembeleşmeye başlamıştı ki savaş patlak verdi ve petrol fiyatları kısa sürede 10 dolar yükseldi. Şartlar böyleyken ve enerji ithalatına bu kadar bağımlıyken TCMB’den faizleri sabit tutma kararı bekliyorum.

    Zaten son 4 gündür gecelik değil haftalık repo mekanizması çalıştırılarak %49’lardan %46’lara yani gerçek politika faizi oranına dönüldü. Üstüne bir de indirim olmaz diye düşünsem de başta sanayiciler olmak üzere bir çok cephede bayraklar açılmış durumda.

    Beklentim pas geçilmesi olsa da 100 baz puanlık bir indirim olursa da şaşırmam…

  • 12.06.2025

    https://www.elipshaber.com/sanayi-ve-beseri-sermaye

    İnsan yetiştirme kapasitemizi ve uzmanlık seviyemizi kaybettik. Artık örnek insan yetiştirme hayalini hatırlayan bile kalmadı aramızda. Herkes “aman oğlum/kızım kendini kurtar” ligine dönmüş durumda.

    Evet, herkes durumun farkında ama kimseden çıt çıkmıyor. Bu çok garip bir bilinç evresidir. “Galiba gerçekten sıkıntı var!” aydınlanmasının ilk durağıdır.

    Çok uzun sürmez bu hal. Hemen bir üst basamağını inşa eder. Dolayısıyla homurdanma basamağının bir altın olur kendisi. Baskın olmasalar da birden fazla kişiye ait olduğu kesinleşen seslerin kulaklara çarpma halidir.

    Kulaklarımız artık zangır zangır titriyor ne yazık ki…

    Şu an okullarda ve üniversitelerde olmazsa olmazımız Türk sanayisi için yeterli sayı ve kalitede insan yetiştirilmiyor. Belki birkaç üniversite istisna. Pastada payları %2 bile değildir diye düşünüyorum.

    En azından bu okulların tüm mezunlarını sanayide istihdam etsek demek istesem, çoğu yurtdışına çalışmaya gittiği ya da malum deyimle devlete kapak atma arzusuna yenik düştüğü için diyemem…

    O yüzden daha en başta, 1-0 yenik başladığımız bu insan yetiştirme yani beşeri sermaye oluşturma/geliştirme faaliyetlerimiz mesele sanayi olunca gerçekten ciddi yaralara sahip diyebilirim.

    Sanayide yüksek teknoloji ile daha fazla katma değer oluşturmak suretiyle önünü açması gereken ülkemizde ne yazık ki lazım gelenin aksine bir tablo hakim.

    2024’te sanayide yaratılan katma değerde yüksek teknolojiler değil düşük teknolojililerin artışını üzülerek izliyoruz. %5,9’luk artışla hepimizi şaşkına çevirdiler.

    En büyük 500 sanayi firmamızın 180 tanesi düşük teknolojili üretimde. Sadece 21’i yıllardır dilimize doladığımız yüksek teknolojili üretimi başarabiliyor.

    En büyük 500 sanayi devinin neredeyse yarısı geçen yıl hiç Ar-Ge harcaması yapmamış. Yani ufacık bir gelişme için dahi adım atılmamış.

    Elbette herkes finansal meselelere, sermayeye ulaşıma, ekonomiye dair yorumlarla bu tabloyu anlatmaya ve sanayiciyi mağdur göstermeye çalışacak.

    Fakat ana mesele ülkenin diğer tüm problemlerinde olduğu gibi burada da insan kaynağı.

    Dünyada bu tip kalkınmayı başarmış ve sürdürülebilir hale getirmiş ülkelerin çok net şekilde iktisadi ve beşeri kaynaklarını aynı anda doğru yöneten ülkeler olduğu açıkça ortada.

    Doğru insan kaynağı olmadan inovasyon, yapısal ilerleme, pazarlama, satış, finans… hiç biri başarılı şekilde yürütülemez.

    Her şeye baştan başlamanın, yeni bir yolculuğa çıkmanın ve önceki tecrübelerden daha iyi sonuçlar almanın reçetesinde beşeri sermayenin her daim listenin en başına olması gerekir.

    Dünyada enflasyonla mücadeleyi sadece faizleri yükseltip talebi kısma yöntemiyle kazanan tek bir ülke hatırlamıyorum.

    Mesele şu ki talebi tutmak için yapılan faiz müdahaleleri esnasında aynı anda daha ucuza daha kaliteli şekilde arzı artırmak için uğraşılmalı ve talep bu şekilde dengelenmelidir. Bunu başarmak için de tarım ve sanayide ciddi yapısal dönüşümlere gerek duyulur.

    İşte bu dönüşümlerde aranan en önemli girdi de beşeri sermayemiz yani insan kaynağımızdır.

    Hasılı sonuçları ve durumumuzu sürdürülebilir şekilde düzeltmek istiyorsak gözümüzü eğitime çevirmemiz lazım. Özellikle de üniversitelere…

  • Bulantı

    05.06.2025

    https://www.elipshaber.com/bulanti

    Ciddi bir bulantı var herkesin içinde. Sokakta herkesin gözlerinden okunuyor. Üstelik aşırı derecede bulaşıcı bir rahatsızlığa dönüşmüş durumda…

    Ekonomik sıkıntılara bir de siyasetin kurşundan ağır havası eklenince herkes derinden bir sıkışıklık yaşamaya başladı.

    Kamuya açık alanda sigara içmenin serbest olduğu zamanlardaki kötü kokulu, havasız otobüslerde yolculuk yapmayı anımsatıyor…

    Ümitsizlik haliyle had safhaya ulaşmaya çok yakın artık. Vatandaşların sancılarını derinleştiriyor, sıklaştırıyor ve en kötüsü tüm mücadele ve sabır gücünü her geçen gün daha da hızlanarak tüketiyor.

    “Ne olacak bu işin sonu?” diye içten içe kendini sıkıştıranların sayısı her geçen gün sessizce daha da artıyor.

    İnsanlığın teknolojideki ilerleme nedeniyle Sanayi Devrimi’nkinden belki on kat daha büyük bir sıçramanın eşiğinde durduğu bir zaman aralığında birbirimizi yiyip bitirdiğimiz saçmalıklar Osmanlı’nın büyük devrimi kaçırdığı dönemde uğraştığı saçmalıklarla birebir aynı kalibre ve kalitesizlikte…

    Çok işimiz var. Kaybedecek bir dakikamız da yok; gencimiz de, yaşlımız da! Herkesin işbaşında olmasına herkesin sürüklendiğimiz kuyuya düşmemek için uyanmasına ihtiyaç var. Israrla ifade ediyorum, istisnasız herkesin katkısı sonsuz önemli.

    Sadece ekonomi için değil. Kaç kere ne krizler gördük. Savaşlar, kıtlıklar, iç karışıklıklar son 5 asrımızın her safhasında karşımıza dikiliverdi. Hepsi bir şekilde atlatıldı fakat çok ağır bedeller de ödendi.

    Fakat bugün yaşadığımız şu isimsiz halin müsebbibi karanlık sokaklara sadece bir kaç kere girdik tarihimizde. Her girişin ortak özelliği de millet olma vasfımızı sağlayan bağların koptuğu anlara denk gelmesi.

    Aramızda pazarda kadınları, toplu taşımada birbirini yumruklayanlar, hayvanlara eziyet edenler, ailesini akrabasını katledenler, yolda yürüyeni sırtından vuranlar, mahallelerde parklarda silahlarla çatışanlar, küçücük kızlara tecavüz edenler hasılı aşağılık yaratıklar peyda oldu ve çok hızlı sürede sayıları korkunç derecede arttı.

    Bu berbat tabloda çok fazla meselenin tesiri var elbette ama en güçlü problem toplumların ahlakını dibinden sıyıran enflasyon belası. Birilerini hesapsız zengin ederken birilerini insanca yaşamaktan alıkoyan en pis mikrop…

    14 trilyonluk kredi havuzundan sözde üretimi artırma amaçlı olarak düşük faizle, ilgili döneminde enflasyonu %71’ken ortalama %21 ile yani %50 eksi faizle verilen kredilerle gerçekleştirilen servet transferinden bu yana kendimize gelemiyoruz. Her şey hızla kötüye gidiyor. Ülkenin tüm gelir dağılımı bozulmuş durumda.

    Üstüne iki yıldır hiç kimsenin inanmadığı trajikomik enflasyon rakamları açıklanıp durunca insanların hepten umudu tükendi. Ülkede 80 milyondan fazla insanın yoksulluk sınırı, bunun 51 milyonluk kısmının da açlık sınırının altında gelirle ayakta kalmaya çalıştığına dair veriler yayınlanıyor. Bir toplumu ayakta tutan ve gelişimini sağlayan orta sınıf yok oldu!

    Açıklanan aylık enflasyon %1,53. İnanılır gibi değil. Yıllık bakarsak %35,41. Yılbaşından bu yana kümülatif %14,87…

    Sepetteki mal ve hizmetlerin rakamlarına ilişkin şaibeler 2022’den beri dillerden düşmüyor. Ama asıl mesele Alaattin Aktaş üstadın son yazısı ve X platformunda açıkça ifade ettiği üzere ağırlık oranlarında.

    Özellikle açlık sınırının altında ve nüfusun çoğunluğunda olduğu gibi yoksulluk sınırının altında yaşayanlar için en önemli olan şeylerden ikisi kira ve ulaşımın enflasyondaki ağırlık payına baktığımızda ne kadar dengesiz bir hesaplamayla karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkıyor.

    Kiranın sepet ağırlığı 6.8%, ama ülkemizde kirada oturanların oranı 27.6%. Düşünsenize milyonlarca insan için en önemli gider kaynağı olan kira sepette %7 bile değil. Halbuki çoğu insanın maaşının yarısı ya da en azından 1/3’ü kiraya giderken enflasyonda resmen adı yok.

    Otomobil sepet ağırlığı 6.3%, halbuki toplumda otomobil sahipliği 19% civarında. Kalan %81’in yarısı bile şirket arabasıyla ulaşım sağlıyor desek, ki bu büyükşehirlerde bile imkansız bir oran olup küçük şehirlerimizde hayal bile edilemez, toplumun yarısı toplu taşımayla seyahat ederken enflasyon sepetinde ağırlığı sadece ama sadece %1,78…

    Şaka gibi değil mi? Bu ağırlık oranlarıyla bugün enflasyon kraliyet tacını taşıyan Arjantin’in hesaplamalarını revize etsek emin olun listenin başında yapayalnız kalırız.

    Hasılı, bu gidiş iyi değil. Uzun süre de iyi olmayacak gibi gözüküyor. Hele ki dünyanın şu anki çalkantılı döneminde hiç iyi değil. Enflasyon tam anlamıyla ülkenin vücudunda ölümcül bir enfeksiyon gibi geziniyor. Sorumlu bir vatandaş olarak uyarıyorum: Hasta çok zor dayanıyor.

    Evet, hep beraber, hep birlikte yeniden silkelenip millet olmamız, üzerimize atılan ölü toprağından kurtulup işe koyulmamız, her şeyi en baştan inşaa etmemiz lazım.

    Vakit çok daraldı. Aklımızı başımıza alıp, perdeleri yırtıp yola ve işe koyulmamız lazım. Bir sonraki turda artık önümüze çıkacak hesabı başkasının parasıyla ödemekte çok daha fazla zorlanacağız.

  • Gerçek Zenginlik

    29.05.2025

    https://www.elipshaber.com/gercek-zenginlik

    19. yüzyılın ortalarında Batı Avrupa’yı kasıp kavuran Sanayi Devrimi, yalnızca yeni makinelerin değil, yepyeni bir dünyanın doğuşuydu. Buhar gücünün, mekanik üretim bantlarının, fabrika kentlerinin sahneye çıkmasıyla birlikte tarihsel anlamda kartlar yeniden dağıtıldı. Bu dönüşüm, sadece teknolojik bir sıçrama değil, aynı zamanda sermayenin, emeğin, eğitimin ve siyasetin yeniden tanımlandığı bir çağın kapılarını açtı. Fakat Osmanlı bu yeni çağın eşiğinde durdu, içeriye adım atamadı. Ne kendi içindeki bürokratik hantallığı aşabildi ne de dünya ile entegre olabilecek bir üretim zihniyetini inşa edebildi. Özetle biz buharı kaçırdık. Buharı kaçırmak sadece tren yolunu değil, tarihi kaçırmaktı.

    Elips Haber‘de yer alan habere göre, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte ilk defa topyekun bir kalkınma fikri zemin kazandı. Bu kez amaç, sadece bir devlet kurmak değil, aynı zamanda o devleti kendi kendine yetebilen bir ekonomik organizmaya dönüştürmekti. 1930’lu yıllarda uygulanan sanayi planları, bugün hâlâ özlemle anılan bir üretim atılımının parçasıydı. Uşak’ta şeker, Nazilli’de basma, Kayseri’de uçak ve daha onlarca fabrika çok kısa bir dönem içerisinde açılıp faaliyete geçti.

    Sermaye yetersizliğinden ve dönemin zor şartlarından ötürü devlet ekonomide aktif rol oynadı ve adım adım üretime girdi. Demiryolu hatları uzadı, madenler işletilmeye başlandı, Türk Lirası ilk defa itibar kazandı.

    Bu dönem, planlı kalkınmanın, üretim odaklı devlet aklının zirve yaptığı yıllardı. Fakat bu hamle, siyasal zeminini uzun süre koruyamadı. Çok partili hayatla birlikte bu üretim refleksi, yerini giderek günü kurtarmaya yönelik tercihlere bıraktı.

    Demokrat Parti döneminde kalkınma söylemi devam etti ama üretim temelli bir strateji yerine, daha çok ithalata ve krediyle tüketimi desteklemeye dayalı bir model inşa edildi.

    1950’lerin sonunda başlayan dış açık sorunları, 1960’larda kontrolsüz büyümenin bedelini ödetmeye başladı. Nihayetinde 1970’lere gelindiğinde Türkiye’nin sanayi yapısı kırılgan, sermaye birikimi yetersiz, teknoloji seviyesi zayıf ve dışa bağımlı bir hale geldi.

    O yıllarda bir otomobil üretmek için ihtiyaç duyulan parçaların büyük kısmı ithal ediliyor, üretim dışa bağımlılıkla malul bir çabayla sürdürülüyordu. Kendi motorumuzu yapamıyor, kendi enerjimizi üretemiyor, kendi sistemlerimizi geliştiremiyorduk. Adeta sanayi dışı bir sanayileşme yaşıyorduk.

    1980 sonrasında ise liberal ekonomik modelin Türkiye’ye entegrasyonu, başka bir dönüm noktası oldu. Özal ile birlikte içe kapalı yapının yerine, ihracata dayalı sanayileşme vizyonu öne çıktı. Türkiye, uluslararası pazarlara açılmaya başladı.

    Fakat bu açılımın arkasında sağlam bir teknoloji politikası, kurumsal bir sanayi planı yoktu. Birçok üretici, dış piyasaya hızlıca girse de çoğunlukla fason üretimle yetinmek zorunda kaldı. Türkiye, kendi markalarıyla değil, yabancı markaların taşeronluğuyla küresel ekonomide yer buldu. Emeği ucuza sunan, maliyet avantajıyla çalışan ama katma değer yaratamayan bir yapı hakim oldu. Bu da sosyal yapımızda bugün dahi kurtulmadığımız ciddi bozukluklara neden olduğu gibi ekonomimizi sıcak paraya bağımlı bir tiryaki haline getirdi. Böyle bir tiryakiliğe tutulan her ülke gibi bizimkinde de ardı ardına iktisadi ve siyasal bunalımlar yaşandı. Dolayısıyla da günün kronik dertleriyle uğraşmaktan kafamızı kaldırıp ileriye bakarak plan yapmak, icraatte bulunmak imkansız hale geldi.

    Aslında bu dönem, zihinsel bir kırılmanın da yaşandığı yıllardı. Üretmek yerine satmak, tasarlamak yerine taklit etmek, yenilik yapmak yerine uyarlamak yaygınlaştı.

    Türkiye bu süreçte büyüse sürdürülebilirlikten uzak, kaliteye değil adede dayalı bir büyüme yaşadı. Aynı dönemde Güney Kore, Tayvan gibi ülkeler hem üretim kapasitesini artırıyor hem de teknoloji geliştirme konusunda kararlı politikalar izliyordu.

    Onlar markalaşırken biz hala ihracatın kilogram değeri 1-2 doların altında kalan ürünleri dünyaya pazarladık. Sonuç ne oldu? Düne kadar sömürge olan ülkeler iktisadi anlamda hızla ilerlerken altı asırlık imparatorluğun mirasçısı Türkiye’nin tüm borsasındaki firmaların toplam değeri tek bir Amerikan firmasının değerine bile ulaşamadı. Geri kaldık!

    Bazıları meseleyi sadece teknik imkansızlıkları ileri sürerek açıklamaya çalıştığından gerçekten insanın gülesi geliyor. Asya’da yiyecek ekmek bulamayan, özgürlük kelimesinin anlamını dahi bilmeyen köleleştirilmiş ülkelerin hangi imkansızlıklarla neleri başardığından habersiz ekonomist ünvanlı bu arkadaşlara acilen tarih dersi vermek lazım ama çok geç…

    Elbette imkansızlıkların, bulunduğumuz coğrafyanın, kaynaklarımızın önemi çok büyük. Ama en önemli kaynak beşeri sermayemiz. Bunun verimliliği de baştan sonra eğitimle alakalı.

    Üniversiteler, üretim ekonomisinin beyin gücü olmak yerine, giderek toplumsal beklentilere teslim oldu. Akademik eğitim, gençleri yaratıcı bireyler haline getirmek yerine, onları yalnızca iş başvurusuna hazırlayan bir memur adaylığı sürecine çevirdi. Üniversite mezunu olmak, artık çoğu zaman sadece bir KPSS puanı almak ya da özel sektörde beyaz yakalı olabilme umuduna indirgenmiş durumda. Oysa üniversiteler bilgi üretmeliydi, patent çıkarmalıydı, sanayiyle birlikte çalışmalıydı.

    Ancak bugün birçok üniversite adeta birer diploma matbaasına dönmüş durumda. Araştırma yerine formalite tezler, proje yerine prosedür odaklı uygulamalar, sanayiyle iş birliği yerine içe kapanık akademik yapılanmalar hakim. Üniversitelerin başındaki onlarca rektörün uluslararası akademi dünyasından alıntılanmış bir adet bile çalışması yok. Varın halimizi siz düşünün…

    Mezunlar arasında kendi işini kuran, yeni bir üretim sahasına girenlerin sayısı, kamuya atanmak için yarışanlardan çok daha az. Çünkü müteşebbislik desteklenmiyor, teşvik edilmiyor, hatta çoğu zaman riskli ve anlamsız bir yol olarak görülüyor. Gençler üretim yapmaya değil, “güvenli bir iş bulmaya” programlanıyor. Mezun gençlere kendi alanında çalışmaları için verilen sübvansiyonlar çok komik rakamlar. Halbuki yatırım bankacılığı ve kitle fonlaması çerçevesinde uzun vadeli sermaye yatırımlarıyla desteklenmeleri lazım krediyle değil! Hele ki böyle enflasyonist bir ortamda..

    Evet, özellikle son yirmi yılda yaşanan ekonomik krizler, kur dalgalanmaları ve yüksek enflasyon ortamı bu ortamın oluşmamasında ve oluşma imkanının da zihinlerden silinmesinde çok etkili oldu. Gençlerimiz ekmek bulma davasına düştü. Üniversiteler önemini yitirdi. Birkaç yıllığına işsizliği saklayan aygıtlara dönüştü.

    Sonucunda da krizler, sermaye birikimini engellediği gibi, mevcut sermayenin üretim yerine rant alanlarına yönelmesine neden oldu. Bugün Türkiye’de sadece gençler değil genel olarak girişimcilerin önemli bir kısmı, sanayi ya da teknolojiye değil; inşaata, arsa alımına, borsada kısa vadeli yatırımlara odaklanıyor.

    Çünkü kazanç burada hızlı ve daha garantili. Bu da üretim kültürünün toplumun genel zihniyetinden dışlanmasına neden oluyor. Dediğimiz gibi kendi işini kurmak isteyen genç bir girişimci için yol uzun, destek zayıf, risk yüksek. Bu ortamda sürdürülebilir müteşebbislik gelişemez.

    Dünyada ise bambaşka bir manzara var. 2020’li yıllar, yapay zekadan yeşil dönüşüme, biyoteknolojiden uzay sanayisine kadar birçok alanda yeni devrimlerin başladığı bir çağ oldu. Yazının başında da ifade ettiğim üzere müthiş bir sıçramayla karşı karşıyayız.

    Gelişmiş ülkeler artık üretimle yetinmiyor; üretimden önce fikri mülkiyeti, patentleri, algoritmaları sahipleniyor. ABD, Avrupa ve Asya’nın önde gelen ekonomileri, üretimi sadece bir süreç olarak değil, bir ekosistem olarak görüyor. Üniversiteler, laboratuvarlar, özel sektör ve devlet politikaları aynı amaç doğrultusunda çalışıyor. Her şey katma değer üretmek için seferber ediliyor.

    Ülkemiz asırlardır bu yarışın çok gerisinde. Hala iş dünyası verimsiz, kamu yönetimi ağırkanlı, Ar-Ge harcamaları yetersiz. ( tek başına Samsung’un Ar-Ge harcaması tüm borsamızın harcamasının 3 katından fazla)

    Hala bir kamu ihalesine girebilmek, bir proje üretmekten daha karlı sayılıyor. Bütün bu verimsizlik zincirinin sonunda doğal olarak halkın sırtına binmiş bir enflasyon yükü duruyor. Çünkü üretmeyen bir ekonomi, sürekli ithal etmek zorundadır. Sürekli ithal eden bir ekonomi ise dövize bağımlıdır. Dövize bağımlı bir ekonomi ise en küçük bir kur şokunda enflasyon patlaması yaşar. Bu yüzden enflasyon sadece bir fiyat artışı değil; üretimsizliğin aynadaki yansımasıdır, en net sonucudur.

    Borsa İstanbul’daki tablo da bu yapının bir başka tezahürüdür. Dem vurduğum firmaların düşük değerliliği sadece finansal bir veri değil; üretim gücünün, markalaşma kabiliyetinin ve uluslararası rekabetin ne düzeyde olduğunu gösteren çarpıcı bir göstergedir. Biz üretiyoruz ama başkalarının markaları için…

    Sonuç olarak, artık bu döngüyü kırmak zorundayız. Sanayi Devrimi’ni kaçırdık, dijital devrimi de kaçırırsak önümüzdeki yüzyıl, yalnızca borçlanarak yaşamak zorunda kalacağımız bir dönem olabilir.

    Bunun için yapılması gerekenler çok net: Üniversiteleri yeniden bilgi üreten kurumlara dönüştürmek, gençleri girişimciliğe özendirmek, üretimi sadece fabrika değil fikirle başlatmak. Markalaşmayı sadece pazarlama değil, bir milli strateji haline getirmek.

    Devletin sadece teşvik değil, yönlendirme ve koruma politikalarıyla özel sektöre rehberlik etmesi gerekiyor. Aksi takdirde bu ülke, bir dönem daha tükettiği kadar zenginleştiğini sanmaya devam eder.

    Oysa gerçek zenginlik, tükettiğin değil; ürettiğin kadar güçlü olmaktır.

  • Gerçek Zenginlik

    29.05.2025

    https://www.elipshaber.com/gercek-zenginlik

    19. yüzyılın ortalarında Batı Avrupa’yı kasıp kavuran Sanayi Devrimi, yalnızca yeni makinelerin değil, yepyeni bir dünyanın doğuşuydu. Buhar gücünün, mekanik üretim bantlarının, fabrika kentlerinin sahneye çıkmasıyla birlikte tarihsel anlamda kartlar yeniden dağıtıldı. Bu dönüşüm, sadece teknolojik bir sıçrama değil, aynı zamanda sermayenin, emeğin, eğitimin ve siyasetin yeniden tanımlandığı bir çağın kapılarını açtı. Fakat Osmanlı bu yeni çağın eşiğinde durdu, içeriye adım atamadı. Ne kendi içindeki bürokratik hantallığı aşabildi ne de dünya ile entegre olabilecek bir üretim zihniyetini inşa edebildi. Özetle biz buharı kaçırdık. Buharı kaçırmak sadece tren yolunu değil, tarihi kaçırmaktı.

    Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte ilk defa topyekun bir kalkınma fikri zemin kazandı. Bu kez amaç, sadece bir devlet kurmak değil, aynı zamanda o devleti kendi kendine yetebilen bir ekonomik organizmaya dönüştürmekti. 1930’lu yıllarda uygulanan sanayi planları, bugün hâlâ özlemle anılan bir üretim atılımının parçasıydı. Uşak’ta şeker, Nazilli’de basma, Kayseri’de uçak ve daha onlarca fabrika çok kısa bir dönem içerisinde açılıp faaliyete geçti.

    Sermaye yetersizliğinden ve dönemin zor şartlarından ötürü devlet ekonomide aktif rol oynadı ve adım adım üretime girdi. Demiryolu hatları uzadı, madenler işletilmeye başlandı, Türk Lirası ilk defa itibar kazandı.

    Bu dönem, planlı kalkınmanın, üretim odaklı devlet aklının zirve yaptığı yıllardı. Fakat bu hamle, siyasal zeminini uzun süre koruyamadı. Çok partili hayatla birlikte bu üretim refleksi, yerini giderek günü kurtarmaya yönelik tercihlere bıraktı.

    Demokrat Parti döneminde kalkınma söylemi devam etti ama üretim temelli bir strateji yerine, daha çok ithalata ve krediyle tüketimi desteklemeye dayalı bir model inşa edildi.

    1950’lerin sonunda başlayan dış açık sorunları, 1960’larda kontrolsüz büyümenin bedelini ödetmeye başladı. Nihayetinde 1970’lere gelindiğinde Türkiye’nin sanayi yapısı kırılgan, sermaye birikimi yetersiz, teknoloji seviyesi zayıf ve dışa bağımlı bir hale geldi.

    O yıllarda bir otomobil üretmek için ihtiyaç duyulan parçaların büyük kısmı ithal ediliyor, üretim dışa bağımlılıkla malul bir çabayla sürdürülüyordu. Kendi motorumuzu yapamıyor, kendi enerjimizi üretemiyor, kendi sistemlerimizi geliştiremiyorduk. Adeta sanayi dışı bir sanayileşme yaşıyorduk.

    1980 sonrasında ise liberal ekonomik modelin Türkiye’ye entegrasyonu, başka bir dönüm noktası oldu. Özal ile birlikte içe kapalı yapının yerine, ihracata dayalı sanayileşme vizyonu öne çıktı. Türkiye, uluslararası pazarlara açılmaya başladı.

    Fakat bu açılımın arkasında sağlam bir teknoloji politikası, kurumsal bir sanayi planı yoktu. Birçok üretici, dış piyasaya hızlıca girse de çoğunlukla fason üretimle yetinmek zorunda kaldı. Türkiye, kendi markalarıyla değil, yabancı markaların taşeronluğuyla küresel ekonomide yer buldu. Emeği ucuza sunan, maliyet avantajıyla çalışan ama katma değer yaratamayan bir yapı hakim oldu. Bu da sosyal yapımızda bugün dahi kurtulmadığımız ciddi bozukluklara neden olduğu gibi ekonomimizi sıcak paraya bağımlı bir tiryaki haline getirdi. Böyle bir tiryakiliğe tutulan her ülke gibi bizimkinde de ardı ardına iktisadi ve siyasal bunalımlar yaşandı. Dolayısıyla da günün kronik dertleriyle uğraşmaktan kafamızı kaldırıp ileriye bakarak plan yapmak, icraatte bulunmak imkansız hale geldi.

    Aslında bu dönem, zihinsel bir kırılmanın da yaşandığı yıllardı. Üretmek yerine satmak, tasarlamak yerine taklit etmek, yenilik yapmak yerine uyarlamak yaygınlaştı.

    Türkiye bu süreçte büyüse sürdürülebilirlikten uzak, kaliteye değil adede dayalı bir büyüme yaşadı. Aynı dönemde Güney Kore, Tayvan gibi ülkeler hem üretim kapasitesini artırıyor hem de teknoloji geliştirme konusunda kararlı politikalar izliyordu.

    Onlar markalaşırken biz hala ihracatın kilogram değeri 1-2 doların altında kalan ürünleri dünyaya pazarladık. Sonuç ne oldu? Düne kadar sömürge olan ülkeler iktisadi anlamda hızla ilerlerken altı asırlık imparatorluğun mirasçısı Türkiye’nin tüm borsasındaki firmaların toplam değeri tek bir Amerikan firmasının değerine bile ulaşamadı. Geri kaldık!

    Bazıları meseleyi sadece teknik imkansızlıkları ileri sürerek açıklamaya çalıştığından gerçekten insanın gülesi geliyor. Asya’da yiyecek ekmek bulamayan, özgürlük kelimesinin anlamını dahi bilmeyen köleleştirilmiş ülkelerin hangi imkansızlıklarla neleri başardığından habersiz ekonomist ünvanlı bu arkadaşlara acilen tarih dersi vermek lazım ama çok geç…

    Elbette imkansızlıkların, bulunduğumuz coğrafyanın, kaynaklarımızın önemi çok büyük. Ama en önemli kaynak beşeri sermayemiz. Bunun verimliliği de baştan sonra eğitimle alakalı.

    Üniversiteler, üretim ekonomisinin beyin gücü olmak yerine, giderek toplumsal beklentilere teslim oldu. Akademik eğitim, gençleri yaratıcı bireyler haline getirmek yerine, onları yalnızca iş başvurusuna hazırlayan bir memur adaylığı sürecine çevirdi. Üniversite mezunu olmak, artık çoğu zaman sadece bir KPSS puanı almak ya da özel sektörde beyaz yakalı olabilme umuduna indirgenmiş durumda. Oysa üniversiteler bilgi üretmeliydi, patent çıkarmalıydı, sanayiyle birlikte çalışmalıydı.

    Ancak bugün birçok üniversite adeta birer diploma matbaasına dönmüş durumda. Araştırma yerine formalite tezler, proje yerine prosedür odaklı uygulamalar, sanayiyle iş birliği yerine içe kapanık akademik yapılanmalar hakim. Üniversitelerin başındaki onlarca rektörün uluslararası akademi dünyasından alıntılanmış bir adet bile çalışması yok. Varın halimizi siz düşünün…

    Mezunlar arasında kendi işini kuran, yeni bir üretim sahasına girenlerin sayısı, kamuya atanmak için yarışanlardan çok daha az. Çünkü müteşebbislik desteklenmiyor, teşvik edilmiyor, hatta çoğu zaman riskli ve anlamsız bir yol olarak görülüyor. Gençler üretim yapmaya değil, “güvenli bir iş bulmaya” programlanıyor. Mezun gençlere kendi alanında çalışmaları için verilen sübvansiyonlar çok komik rakamlar. Halbuki yatırım bankacılığı ve kitle fonlaması çerçevesinde uzun vadeli sermaye yatırımlarıyla desteklenmeleri lazım krediyle değil! Hele ki böyle enflasyonist bir ortamda..

    Evet, özellikle son yirmi yılda yaşanan ekonomik krizler, kur dalgalanmaları ve yüksek enflasyon ortamı bu ortamın oluşmamasında ve oluşma imkanının da zihinlerden silinmesinde çok etkili oldu. Gençlerimiz ekmek bulma davasına düştü. Üniversiteler önemini yitirdi. Birkaç yıllığına işsizliği saklayan aygıtlara dönüştü.

    Sonucunda da krizler, sermaye birikimini engellediği gibi, mevcut sermayenin üretim yerine rant alanlarına yönelmesine neden oldu. Bugün Türkiye’de sadece gençler değil genel olarak girişimcilerin önemli bir kısmı, sanayi ya da teknolojiye değil; inşaata, arsa alımına, borsada kısa vadeli yatırımlara odaklanıyor.

    Çünkü kazanç burada hızlı ve daha garantili. Bu da üretim kültürünün toplumun genel zihniyetinden dışlanmasına neden oluyor. Dediğimiz gibi kendi işini kurmak isteyen genç bir girişimci için yol uzun, destek zayıf, risk yüksek. Bu ortamda sürdürülebilir müteşebbislik gelişemez.

    Dünyada ise bambaşka bir manzara var. 2020’li yıllar, yapay zekadan yeşil dönüşüme, biyoteknolojiden uzay sanayisine kadar birçok alanda yeni devrimlerin başladığı bir çağ oldu. Yazının başında da ifade ettiğim üzere müthiş bir sıçramayla karşı karşıyayız.

    Gelişmiş ülkeler artık üretimle yetinmiyor; üretimden önce fikri mülkiyeti, patentleri, algoritmaları sahipleniyor. ABD, Avrupa ve Asya’nın önde gelen ekonomileri, üretimi sadece bir süreç olarak değil, bir ekosistem olarak görüyor. Üniversiteler, laboratuvarlar, özel sektör ve devlet politikaları aynı amaç doğrultusunda çalışıyor. Her şey katma değer üretmek için seferber ediliyor.

    Ülkemiz asırlardır bu yarışın çok gerisinde. Hala iş dünyası verimsiz, kamu yönetimi ağırkanlı, Ar-Ge harcamaları yetersiz. ( tek başına Samsung’un Ar-Ge harcaması tüm borsamızın harcamasının 3 katından fazla)

    Hala bir kamu ihalesine girebilmek, bir proje üretmekten daha karlı sayılıyor. Bütün bu verimsizlik zincirinin sonunda doğal olarak halkın sırtına binmiş bir enflasyon yükü duruyor. Çünkü üretmeyen bir ekonomi, sürekli ithal etmek zorundadır. Sürekli ithal eden bir ekonomi ise dövize bağımlıdır. Dövize bağımlı bir ekonomi ise en küçük bir kur şokunda enflasyon patlaması yaşar. Bu yüzden enflasyon sadece bir fiyat artışı değil; üretimsizliğin aynadaki yansımasıdır, en net sonucudur.

    Borsa İstanbul’daki tablo da bu yapının bir başka tezahürüdür. Dem vurduğum firmaların düşük değerliliği sadece finansal bir veri değil; üretim gücünün, markalaşma kabiliyetinin ve uluslararası rekabetin ne düzeyde olduğunu gösteren çarpıcı bir göstergedir. Biz üretiyoruz ama başkalarının markaları için…

    Sonuç olarak, artık bu döngüyü kırmak zorundayız. Sanayi Devrimi’ni kaçırdık, dijital devrimi de kaçırırsak önümüzdeki yüzyıl, yalnızca borçlanarak yaşamak zorunda kalacağımız bir dönem olabilir.

    Bunun için yapılması gerekenler çok net: Üniversiteleri yeniden bilgi üreten kurumlara dönüştürmek, gençleri girişimciliğe özendirmek, üretimi sadece fabrika değil fikirle başlatmak. Markalaşmayı sadece pazarlama değil, bir milli strateji haline getirmek.

    Devletin sadece teşvik değil, yönlendirme ve koruma politikalarıyla özel sektöre rehberlik etmesi gerekiyor. Aksi takdirde bu ülke, bir dönem daha tükettiği kadar zenginleştiğini sanmaya devam eder.

    Oysa gerçek zenginlik, tükettiğin değil; ürettiğin kadar güçlü olmaktır.

  • 22.05.2025

    https://www.elipshaber.com/sapkayi-onumuze-koydugumuzda

    Türkiye’de son yıllarda ekonomiye dair pek çok şeyi konuştuk. Enflasyonu, döviz kurunu, faizi, konutu, kirayı, gıdayı… Fakat bazen, rakamları o kadar çok tekrarlıyoruz ki, o sayıların hayatımızda neye tekabül ettiğini unutuyoruz. Grafikler, tablolar, yüzdelikler havalarda uçuşuyor… Ekranlarda, sayfalarda, radyolarda işler devinimle devam ederken hakikatteyse o rakamların arkasında çocuğuna dilediği gibi bir kahvaltı hazırlayamayan anneler, bu kış kombiyi sadece akşam 8’den sonra açabilmiş emekliler, ev sahibiyle üçüncü kez tartışan kiracılar var. Gerçek, çoğu zaman çok daha sessiz ve çok daha derin…

    Şimdi biraz bu gerçeklerin çevresinde dolaşalım istiyorum. Türkiye son yıllarda konut satışında rekor üstüne rekor kırıyor. Son haftalarda günlük 7.000 konut satıldı. Üstelik çoğu kredisiz. Yani parayı basıp aldı birileri.

    Her yıl 1 milyon 400 binin üzerinde konut satılıyor. Bu rakam başlı başına etkileyici. Ama aynı anda bir başka veriyi okuduğunuzda içiniz burkuluyor: Türkiye’de ev sahipliği oranı 2014’te %61,1’miş, 2024’te %56,05’e düşmüş. Yani ev satan çok, ama ev sahibi sayısı bunca satışa rağmen azalmış. Bir ülkede yılda bir milyondan fazla konut satılıyor ama insanların ev sahibi olma oranı geriliyorsa, orada barınma gereksinimleriyle yatırım gereksinimleri birbirine karışmış ve birileri ciddi anlamda zenginleşirlen birileri barınma konusunda daha ciddi problemler yaşıyor demektir.

    Konut artık insanın başını soktuğu bir yer olmaktan çıkıp, başkasına kiralanarak para kazanılan ya da servet saklanılan bir araca dönüşmüş durumda. Bu durum, sadece fiyatlarla değil, zihniyetle ilgili.

    Bir zamanlar bu ülkede konut kooperatifleri vardı. İnsanlar bir araya gelir, el birliğiyle kendi evlerini inşa ederdi. 1986 yılında üretilen konutların %36’sını kooperatifler yapmış. 1997’de bu oran %25’e, 2002’de %14’e, 2021’de ise %1’in altına düşmüş.

    Neden mi? Çünkü önce kooperatiflere tanınan KDV muafiyeti parça parça kaldırıldı, en sonunda da genel orana çekildi. Yani bir araya gelip ucuz ev yapmanın yolu, vergi sistemiyle adım adım kapatıldı. Devlet, halkı değil, sektörün karını önceledi.

    Ev alamayan kiraya çıkıyor. Peki kira ne durumda? 2025 Nisan itibarıyla Türkiye, Avrupa’da yıllık kira artışında açık ara zirvede: %89,2. İkinci sıradaki Karadağ’da bu oran %19. Aradaki fark 70 puan. Avrupa’nın büyük çoğunluğunda ise %5’i bile geçmiyor. Yani bir ülkede bir yıllık kira artışıyla Avrupa’daki 10 yıllık artış arasında neredeyse eşitlik oluşmuş durumda. Kirada oturmak da artık konforlu bir çözüm değil. İnsanlar, evi kadar ev sahibinden korkar oldu.

    Enerji tarafında da işler kolay değil. Doğalgaz fiyatları son bir yılda %91 arttı. Sadece o değil Elektrik, su hepsi zamlanıyor. Her biri, özellikle kış aylarında dar gelirli haneler için ayrı bir stres kaynağı. Türkiye’de yıllık enerji enflasyonu %44,8. Avrupa’daki birçok ülke enerji fiyatlarını düşürmeyi başarırken, biz yıl boyunca gelen artışlarla boğuşuyoruz.

    Çalışanların haliyse zaten iç açıcı değil. Türkiye’de çalışanların %25’i haftada 50 saatten fazla çalışıyor. Bu oranla OECD’de ikinci sıradayız. İlk sırada Meksika var. Haftada 50 saatten fazla çalışıp hala geçinememek ise insanımızı hem fiziken hem de ruhen,yoruyor ve yaralıyor. Çünkü çok çalışmanın karşılığı olarak artık kimse huzur, gelecek veya mütevazı bir birikim beklemiyor. İnsanlar sadece ay sonunu görmek istiyor.

    Bu ağır çalışmanın karşılığında alınan pay gerçekten çok düşük. 2024 itibarıyla Türkiye’de emeğin milli gelirden aldığı pay %35,8. Avrupa’daki birçok ülkede bu oran %60–70 bandında. Yani Türkiye’de çalışanlar, ürettikleri değerin üçte birinden azını alıyor. Gerisi kime gidiyor? Sorunun cevabı karmaşık değil ama can sıkıcı.

    Gelirler azalırken, harcamalar artıyor. Özellikle maaşlı çalışanlar bunu çok yakından hissediyor. Nisan 2025 itibarıyla resmi TÜİK enflasyonu %37,86. Ama ücretlilerin hissettiği enflasyon %47,76. Bu 10 puanlık fark, mutfakta çok büyük bir boşluk yaratıyor. Sebze, meyve, süt, et… Her ay biraz daha uzaklaşıyor insanın masasından. Ve bu tablo birkaç ayın meselesi değil, kalıcı bir hale geldi artık…

    Gençler ne durumda desek?

    Türkiye’de 15–29 yaş arası her dört gençten biri ne bir işte çalışıyor ne de bir okula gidiyor. 2025’in ilk çeyreğinde, bu “ev genci” sayısı 4 milyon 749 bin olmuş. Bu sayı ne işsizlik verilerinde tam yer buluyor ne de eğitim politikalarında. Ama onlar tam olarak ortada durup bir umutsuzca bekliyorlar. Ekran başında, odalarında, kafelerde… Boşa geçen en verimli yıllar. Üretmeden ve sadece tüketerek!

    Reel sektör de finansal açıdan bu sıkışıklıktan nasibini aldı tabiki. 2025’in başından itibaren ticari kredi artışı %16,5 olmuş. Ama aynı dönemde batık kredi oranı %28,5 artmış. Yani şirketler krediye ulaşamıyor, ulaşanlar da geri ödemede her geçen gün zorlanıyor. Finansman sıkıntısı, özellikle KOBİ’ler için hayati risklere dönüşüyor. Bu durum büyümenin değil, içeriden birikmiş sorunların dışa vurması.

    Evet, tüm bu karamsar tablo, tek bir günde oluşmadı. 2017’den bu yana her yıl bir adım daha erteleme yaşandı. Önce varlık barışları ve KGF destekleriyle piyasaya can verildi. 2018’de finansal yeniden yapılandırmalarla sorunlar ötelendi. 2019’da swaplarla döviz baskılandı. 2020’de pandemiye sığınıldı; borçlar ertelendi, takipteki alacakların sınıflandırılması değiştirildi. 2021 ve 2022’de ise negatif reel faizle kredi genişletildi, ücretler yapay biçimde artırıldı, halka arzlarla sermaye piyasası hareketlendirildi.

    Ama her çözüm, bir sonraki sorunu daha da büyüttü ve en nihayetinde karşımıza kocaman bir canavar dikili verdi. Kaskatı bir enflasyon…

    Belki en çarpıcı örnek 2023 Mayıs’ına ait. O dönemde yapılan tahmine göre, 2025 Mayıs’ında yıllık enflasyonun %17,74 olması bekleniyordu. Bugün o oranın neredeyse üç katındayız. Bu da sadece ekonomi yönetiminin değil, genel olarak öngörü mekanizmalarının da ciddi bir zafiyet yaşadığını gösteriyor.

    Tüm bunları sıralarken farkındayım; tablo umut verici değil. Ama karamsarlık da çözüm değil. Çünkü bu ülkenin her döneminde sorunlar vardı. Ama bir şekilde, insanlar inatla yaşadı, üretti, mücadele etti.

    Şimdi de aynı noktadayız. Elbette çözümler kolay değil. Yapısal değişim gerektiriyor, siyasi irade gerektiriyor, zaman ve sabır gerektiriyor. Ama hala geç değil. Hala çok kıymetli bir beşeri sermayemiz, üretim kabiliyetimiz ve genç nüfus potansiyelimiz var.

    Bugün yaşadıklarımız, doğru teşhis ve kararlı adımlarla tamir edilebilir.

    Kolay mı? Elbette değil.

    Zaman alır mı? Evet.

    Tüm bunlara rağmen mümkün mü? Kesinlikle…

    Şapkayı önümüze koyduğumuzda tablo acı görünse de inşallah bir yolunu bulup bu sıkıntıları da hep birlikte geride bırakacağız.

    Daha önce yaptık, yine yapabiliriz…

    Sadece nasıl yaptığımızı hatırlayıp aynı yöntemi günümüze uyarlayarak tekrar etmemiz gerekiyor…

  • Türkiye’de ekonomiden söz edildiğinde, genellikle birkaç gösterge etrafında konuşmaya alışığızdır. Enflasyon oranı kaç? Dolar kuru ne oldu? Faiz düştü mü, çıktı mı? Büyüme oranı ne kadar? Cari açık ne durumda? Oysa ekonomiyi sadece bu göstergelerle okumak, gökyüzüne sadece dürbünle bakmak gibidir: Yakın olanı büyütür ama bütünü göstermez. Ekonomi, yalnızca bir matematik meselesi değildir. Ekonomi bir zihniyet, bir düzen, bir kültür ve hatta bir medeniyet meselesidir. Rakamlar, bu yapının dışarıdan görünen kabuğudur. Asıl olan ise içeride olup bitendir.

    Bugün Türkiye ekonomisinin en temel sorunu, bu iç yapının bozulmuş olmasıdır. Rakamlar bazen yükselir, bazen düşer; ama ekonomik ahlak, üretim kültürü, tasarruf alışkanlıkları, rekabet anlayışı, finansal erişim adaleti, vergi sistemi gibi yapısal konular yerli yerinde değilse, bu iniş çıkışların hiçbir kıymeti yoktur. Tıpkı Osmanlı’nın son döneminde görüldüğü gibi… O dönem rakamlar değil, zihniyet bozulmuştu. Harcamalar artmış, gelir toplanamamış, borçlanma saraya ayrıcalık üretmek için kullanılmıştı. Düyûn-ı Umûmiye’nin kapısına giden bir imparatorluk, yalnızca mali iflasa değil, zihinsel tükenişe sürüklenmişti.

    Bugünün Türkiye’sinde durum farklı görünüyor olabilir ama yapı benzer şekilde sarsak. Çünkü ekonomi hâlâ kısa vadeli siyasal çıkarların gölgesinde yönetiliyor. Devlet hâlâ kaynak dağıtan bir güç olarak algılanıyor. Piyasa hâlâ ayrıcalıklar üzerinden şekilleniyor. Tüketim, üretimin yerini almış durumda. İnsanlar daha çok kazanmak için değil, daha çok harcamak için motive ediliyor. Oysa ekonomi sadece harcama değil, üretim demektir. Daha doğrusu, anlamlı ve sürdürülebilir üretim.

    Peki başka ülkeler bunu nasıl başardı? Güney Kore örneği çok konuşulur, ama altı pek doldurulmaz. O ülke, 1960’larda bizden daha fakir bir konumdayken, bugün dünyanın teknoloji devlerinden biri hâline geldiyse, bu sadece ihracat odaklı stratejiyle değil, toplumsal bir seferberlikle mümkün oldu. Kore’de insanlar tasarrufa teşvik edildi, tüketim sınırlı tutuldu, eğitim reformları yapıldı, en iyi öğrenciler yurtdışına gönderildi ve döndüklerinde devletin kritik kurumlarına yerleştirildi. Bütçe disiplini, üretim etiği ve kamu-özel iş birliği gibi alanlarda istikrar sağlandı. Kore, önce zihinsel olarak kalkındı, sonra ekonomik olarak.

    Finlandiya örneği daha da ilginçtir. Savaşlardan bitap düşmüş, doğal kaynakları kısıtlı, nüfusu az bir ülke olan Finlandiya, 1990’larda eğitimi tamamen yeniden tasarladı. Öğretmenlik mesleğini cazip hâle getirdi, müfredatı çocukların eleştirel düşünce ve işbirliği becerilerini geliştirecek şekilde dönüştürdü. Bu reformun ekonomik karşılığı gecikmedi. Bugün Finlandiya, yüksek teknoloji ürünlerinde ve eğitim odaklı start-up ekosistemlerinde Avrupa’nın liderlerinden biri. Çünkü ekonomiyi yalnızca yatırım ve üretim değil, zihin sermayesi olarak da gördüler.

    Türkiye ise hâlâ “daha çok inşaat, daha çok tüketim” yaklaşımına saplanmış durumda. Elbette barınma, şehirleşme, altyapı gereklidir ama ekonomi sadece beton değildir. Üretimin yüksek teknolojiye, ihracatın yüksek katma değere, iş gücünün nitelikli emeğe dönüştüğü bir modele geçmediğimiz sürece, enflasyonla da, kurla da, işsizlikle de kalıcı mücadele edemeyiz. Bugün Türk ekonomisinin yüksek enflasyonla boğuşmasının, TL’ye güvenin düşmesinin, yatırımların zayıf kalmasının ardında sadece dış koşullar ya da faiz tartışmaları değil; derin bir yapısal çarpıklık vardır.

    Bu çarpıklık, örneğin vergi sisteminde kendini gösterir. Türkiye’de gelir dağılımı adaletsizdir ama daha da kötüsü, vergi yükü bu adaletsizliği derinleştirir. Ücretliler, sabit gelirli çalışanlar vergide omurgayı oluştururken, sermaye kazançları, rant gelirleri ve spekülatif kazançlar ya ya hiç vergilendirilmez ya da sembolik oranlarla geçiştirilir. Vergi sisteminde adalet sağlanmadan, ekonomik adalet de sağlanamaz. Vergi sadece devletin gelir aracı değil; aynı zamanda sosyal sözleşmenin maddi ifadesidir.

    Ekonomideki bir başka yapısal sorun, finansal erişim eşitsizliğidir. Bugün Türkiye’de küçük ve orta ölçekli işletmelerin büyük çoğunluğu finansmana erişimde ciddi sıkıntılar yaşıyor. KOBİ’ler genellikle yüksek faizle, ağır teminatlarla, kısa vadeli kredilere mahkûm bırakılıyor. Oysa kalkınma dediğimiz şey, tam da bu işletmelerin büyümesiyle mümkün. Güney Kore’de ya da Almanya’da orta ölçekli işletmeler, devlet destekli yatırım fonları, kamu bankaları ve bölgesel kalkınma ajansları aracılığıyla uzun vadeli ve uygun maliyetli finansmanla destekleniyor. Türkiye’nin de bu alanda yepyeni bir kamu finansman modeli oluşturması gerekiyor.

    İşte tam da bu noktada ekonomiyi sadece rakamlardan ibaret görmeyen yeni bir bakışa ihtiyaç duyuyoruz. Bu bakış, ekonomiyi bir toplumsal organizasyon, bir ahlaki düzen, bir üretim kültürü olarak yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Kayıt dışılıkla mücadele etmek için denetim yeterli değildir; vergi bilinci oluşturmak gerekir. İstihdamı artırmak için sadece teşvik yetmez; nitelikli işgücü yetiştirmek gerekir. TL’ye değer kazandırmak için döviz satmak yetmez; TL’yi güvenilir bir para birimine dönüştürmek gerekir.

    Türkiye’nin ekonomik meseleleri, sadece Merkez Bankası kararları ya da BDDK düzenlemeleriyle çözülecek kadar yüzeysel değildir. Asıl çözüm, eğitimde, adalette, medyada, aile yapısında, hatta şehir planlamasında gizlidir. Ekonomik kültür, çocuğun tasarruf alışkanlığından başlayarak şekillenir. Ailelerin finansal okuryazarlığı, tüketim alışkanlıkları, bireysel borçlanma kültürü gibi mikro düzeydeki tercihler, makro göstergeleri doğrudan etkiler. O yüzden ekonomi sadece teknokratların işi değildir. Herkesin doğrudan katıldığı bir zihin inşasıdır.

    Bu nedenle, Türkiye’nin ekonomik dönüşümü yalnızca üst düzey planlama belgeleriyle değil, gündelik hayata dokunan kültürel değişimle mümkündür. Örneğin Japonya’da bir ilkokul öğrencisi, harçlıklarının bir kısmını her gün küçük bir kumbara sisteminde biriktirmeye teşvik edilir. Bu yalnızca tasarruf alışkanlığı kazandırmak için değil; aynı zamanda uzun vadeli düşünmeyi, plan yapmayı ve maddi kaynaklara saygıyı öğretmek içindir. Türkiye’de ise aynı yaş grubundaki çocuklar reklamlarla, dijital oyunlarla ve sosyal medya etkisiyle “hemen tüket” davranışına yönlendirilir. Yani sorun yalnızca enflasyon oranı değildir; tasarruf kültürünün çöküşüdür. Ve bu çöküş, faiz kararlarıyla değil, kültürel inşa ile telafi edilebilir.

    Ekonomik kültür, bir toplumun bireylerine verdiği davranış kalıplarıyla oluşur. Çalışmak ayıp değil, erdemdir. Kazanmak kutsanmaz; hak edilmiş kazanç değer görür. İsraf aşağılanır, tevazu yüceltilir. Bu değerler sistemi çökerse, ekonomi yalnızca matematiksel değil, ahlaki bir çöküş yaşar. Osmanlı’nın son döneminde sarayda yapılan şaşaalı harcamalar, vergi toplayamayan ve askere bile maaş ödeyemeyen bir bürokrasinin çöküşünü getirmişti. Günümüz Türkiye’sinde ise kamuda israf, verimsizlik ve popülizm hâlâ ciddi sorun olarak karşımızda duruyor. Bu sorunları çözmek için mali disiplin yeterli değildir; kamu ahlakı tesis edilmelidir.

    İşte bu noktada siyaset kurumunun rolü belirleyicidir. Türkiye’de ekonomi uzun yıllar boyunca siyasetin gölgesinde kaldı. Her seçim döneminde kamu harcamaları artar, bütçe açığı büyür, popülist vaatlerle mali dengeler sarsılır. Oysa gelişmiş ülkelerde seçim ekonomisi, sorumsuzluk değil, güven testi olarak algılanır. Almanya’da bir hükümet, “ekonomide dengeyi bozacak hiçbir söz vermeyeceğiz” diyerek seçime girer ve kazanabilir. Çünkü toplum, ekonomik istikrarın kendisi için ne kadar önemli olduğunu bilir. Türkiye’nin de böyle bir siyasal ekonomi bilincine ihtiyacı var. Ekonomiyi rakamlardan kurtarıp değerlerle buluşturmak, ancak bu bilinçle mümkündür.

    Türkiye’deki iş dünyası da bu dönüşümde sorumluluk sahibidir. Bugün birçok büyük firma, sadece kendi kâr hanesini düşünerek strateji belirliyor. Oysa gerçek iş insanı, ülkesinin uzun vadeli kalkınmasına katkı sağlayan, çalışanının refahını önceleyen, etik değerlerle hareket eden kişidir. Japon iş kültüründe “şirketin şerefi”, sadece ürün kalitesiyle değil, topluma karşı duyarlılığıyla ölçülür. Aynı şekilde Amerika’da sürdürülebilirlik ve sosyal etki projeleri, artık şirketlerin piyasa değerini doğrudan etkileyen faktörlerdir. Türkiye’de de iş dünyası, yalnızca devletten teşvik almakla değil; topluma ne kattığıyla ölçülmelidir.

    Bir başka mesele, Türkiye’nin üretim yapısının yapay büyüme ile gerçek kalkınma arasındaki ayrımı hâlâ tam kavrayamamış olmasıdır. Ekonomik büyüme oranları yükseldiğinde her şeyin iyiye gittiği sanılır. Oysa bu büyüme içi boş, ithalata dayalı, borçla finanse edilen ve teknoloji transferi olmadan gerçekleşmişse uzun vadede toplumun refahına katkı sunmaz. Gerçek kalkınma, yüksek katma değerli ürünler üretmek, ihracat gelirlerini artırmak ve sermayeyi tabana yaymakla mümkündür. Türkiye’nin yapısal reformlarla bu dönüşümü gerçekleştirmesi elzemdir.

    İhracat kompozisyonumuz hâlâ düşük ve orta teknoloji ürünlere dayanıyor. Bu ürünlerin dünya pazarında marjları dar, rekabeti ise yıkıcıdır. Oysa Tayvan, Singapur, Güney Kore gibi ülkeler yüksek teknoloji ürünleriyle sadece gelirlerini artırmakla kalmadılar; aynı zamanda küresel ticarette söz sahibi oldular. Türkiye’nin bu ülkelere yetişebilmesi için üniversiteleri, teknoparkları, araştırma merkezlerini üretim zincirine doğrudan entegre etmesi gerekiyor. Savunma sanayii bu konuda iyi bir örnek. Ancak bu başarı sadece o sektörde kalırsa etkisi sınırlı olur. Türkiye’nin tarımdan otomotive, tekstilden bilişime kadar tüm alanlarda “yüksek teknolojiyle derinleşme” stratejisi geliştirmesi şart.

    Son olarak, ekonomi sadece bugünü değil, geleceği planlamaktır. Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri, uzun vadeli ekonomik vizyonunun olmamasıdır. Bugün alınan kararların çoğu 6 aylık döngülere göre şekilleniyor. Oysa ekonominin temel kurumları, 25–30 yıllık projeksiyonlarla hareket etmelidir. Eğitim politikaları, sanayi dönüşüm planları, iklim değişikliğiyle mücadele için yeşil ekonomi adımları, bölgesel kalkınma hedefleri gibi konular, bugünden geleceğe uzanan bir vizyonla hazırlanmalıdır. Aksi hâlde her yönetim değişikliğinde ekonomi yeniden bozulur, yeni bir model tartışmasına girilir ve zaman kaybedilir.

    Tarih bize gösteriyor ki, ekonomi sadece para politikası değildir. İngiltere, sanayi devrimini Merkez Bankası’yla değil; üretim kültürüyle, bilimle ve girişimcilikle gerçekleştirdi. Amerika, 1929 Buhranı’ndan sadece Roosevelt’in Yeni Anlaşması’yla değil; savaş sonrası üretim ekonomisine dönüşen vizyonuyla çıktı. Çin, 1980’lerden itibaren dışa açılırken yalnızca piyasa reformları yapmadı; aynı zamanda “Çinli Olmak” kavramını yeniden tanımlayarak milli ekonomi bilinci geliştirdi. Türkiye’nin de buna benzer bir zihinsel seferberliğe ihtiyacı var. Ekonomiyi sadece rakamlarla değil, insana, kültüre, ahlaka ve geleceğe bağlayan bir çerçeveyle düşünmeliyiz.

    Belki de en önemlisi, ekonomi milletin güvenini yönetme sanatıdır. İnsanlar paralarına, emeğine, kurumlarına ve geleceğe güveniyorsa, orada üretim artar, girişim çoğalır, tasarruf büyür. Eğer bu güven sarsılmışsa, ekonomi ne kadar büyüse de o büyüme toplumun omurgasına işlenemez. Bugün Türkiye’nin yeniden büyük sıçramalar yapabilmesi için, önce bu güvenin yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Bu ise yalnızca politika değil, bir zihniyet değişimidir. Ve o değişimin ilk adımı, ekonomiyi sadece rakam olarak değil; bir medeniyet ölçütü olarak görmeye başlamaktır.

  • Türkiye’nin son yüzyıllık tarihi, aslında sadece bir rejim ya da hükümet değişiklikleri silsilesi değil; aynı zamanda devleti nasıl algıladığımızı, nasıl yönettiğimizi ve ne için var ettiğimizi gösteren bir arayışın hikâyesidir. Bu hikâye zaman zaman umut verici adımlar içerdi, zaman zaman ise köklü bir zihinsel inşa yerine günübirlik yönetim tekniklerine saplandı. Bugün geldiğimiz noktada, artık devletin sadece ayakta kalması değil, toplumla yeniden anlamlı ve üretken bir ilişki kurması gerekiyor. Yani yeni bir “devlet aklı”na ihtiyacımız var. Ve bu yalnızca bir kavramsal çağrı değil; çok somut bir mecburiyet.

    Devlet aklı dediğimiz şey, sadece istihbarat birimlerinin derin analizleri ya da kriz anlarında alınan taktik kararlar değildir. Devlet aklı, bir milletin nasıl yönetilmesi gerektiğine dair ortak, kalıcı, kuşaklar ötesi ilkelerin toplamıdır. Yönetim kültürünün, adalet sisteminin, liyakat düzeninin, ekonomik yapının ve toplumsal dokuyla kurulan ilişkinin tamamıdır. Türkiye’de ise bu yapı, tarih boyunca sık sık kesintiye uğradı. Her yeni yönetim, bir öncekini tasfiye etmeyi marifet saydı. Oysa gerçek devlet aklı, süreklilik ve kurumsallıkla mümkündür. Devlet hafızası olmayan bir yerde, toplumsal güven de inşa edilemez.

    Osmanlı’nın son iki yüzyılı, merkezi yapının zayıflamasıyla karakterize olmuştu. Bu zayıflık, Cumhuriyet’in ilk yıllarında güçlü bir devlet inşasını zorunlu kıldı. Cumhuriyet’in kurucuları, bu yapısal zaafları görerek merkezî ve disiplinli bir yönetim tesis etti. Ancak zaman içinde bu model, toplumla kurulan ilişkiyi yukarıdan aşağıya şekillendiren, katılımı değil itaati önceleyen bir yapıya dönüştü. Bugün hâlâ bu geleneğin izlerini taşıyoruz. Devletin karar aldığı, toplumun ise uygulamak zorunda kaldığı bir zihniyet yapısı hâlâ egemen. Oysa 21. yüzyılda güçlü devlet, katılımcı devlettir. Bilgi çağında, artık enformasyonun merkezi değil, dağıtımı önemlidir. Bu nedenle yeni devlet aklı, toplumu “yönetilecek kitle” değil, “birlikte karar verilecek ortak” olarak görmelidir.

    Yeni devlet aklı, sadece kamu yönetimi reformlarıyla kurulamaz. Bu bir zihinsel dönüşümdür. Ve her şeyden önce devlete yön verenlerin, “iktidarın sahibi” değil, “görevlisi” olduğunu kabul etmesi gerekir. Kamu gücü emanettir. Bu emanet, sadece seçim sandığıyla değil, adaletle, denetimle ve hesap verebilirlikle korunabilir. Devletin yöneticileri, halkın üstünde değil, yanında durmalıdır. Mevcut sistemde liyakat çoğu zaman sadakatin gerisine düşüyorsa, yöneticiler yetkinlikten çok bağlılıkla atanıyorsa, orada devlet aklından değil; şahsi tercihlerden söz edilebilir. Oysa kamu yönetimi, bireysel sadakatlerle değil; kurumsal kapasiteyle işler.

    Yeni devlet aklı inşa edilecekse ilk yapılması gereken şey, kamu kurumlarının bağımsızlığını ve işlevselliğini yeniden tesis etmektir. Türkiye’de birçok kurum, ya siyasi müdahalelerle etkisizleştirilmiş ya da teknokratik bir elitizme hapsedilmiştir. Oysa dengeyi bulmak mümkün. Kamu kurumları, halkın taleplerine kulak veren ama popülizme düşmeyen; bilimsel veriyle hareket eden ama halktan kopuk olmayan; kendi gelenek ve değerlerinden beslenen ama dünyaya açık olan bir yapıya kavuşturulmalıdır. Bu da ancak yeni bir yönetim kültürüyle sağlanabilir.

    Yönetim kültürü değişmeden devlet aklı değişmez. Türkiye’de karar alma süreçleri genellikle dar kadrolarla ve kapalı kapılar ardında yürütülür. Bu hem şeffaflığı hem de katılımı engeller. Yeni devlet aklı, yatay karar alma süreçlerini, istişareyi, veri temelli politika yapımını esas almalıdır. Bu sadece büyük kararlar için değil; yerel yönetimlerden bakanlıklara kadar tüm yönetim kademelerinde geçerli olmalıdır. Vatandaşın yönetime katkı sunabileceği mekanizmalar kurulmalı; sivil toplum, akademi ve özel sektör, politikaların hazırlanmasında doğrudan rol almalıdır.

    Bir başka temel mesele de şudur: Yeni devlet aklı, güven üzerine kurulmalıdır. Türkiye’de yıllardır “devlete güven” meselesi tartışılır. Oysa artık soruyu tersinden sormak gerekiyor: Devlet halkına güveniyor mu? Vatandaşını potansiyel suçlu, şüpheli ya da düşman gibi gören bir yönetim anlayışıyla kalkınma da, huzur da mümkün değildir. Devlet, güven verirse halk da güven duyar. Bu güven ortamı tesis edilmeden yatırım da artmaz, beyin göçü de durmaz, toplumsal barış da sağlanamaz. Devletin dili, korkutucu değil; koruyucu olmalıdır.

    Bu bağlamda adalet sisteminin yeniden yapılandırılması elzemdir. Yeni devlet aklı, hukukun üstünlüğünü mutlak bir ilke olarak benimsemelidir. Yargı bağımsız değilse, vatandaş hak arayamıyorsa, haksızlıklar karşısında devlete güvenemiyorsa, orada kalkınma değil ancak çürüme olur. Hukuk, devletin temelidir. Bu temel sarsıldığında, üstüne inşa edilen her şey de çöker. Yargının bağımsızlığı, sadece yargıçların güvencesi değil; toplumun özgürlüğünün ve devletin meşruiyetinin teminatıdır.

    Yeni devlet aklı, aynı zamanda ekonomik vizyonla da bütünleşmelidir. Türkiye’de ekonomi çoğu zaman siyasi popülizmin aracı hâline gelmiştir. Kamu kaynakları, oy devşirme amacıyla dağıtılmış; yatırım planlaması seçim takvimine göre yapılmıştır. Oysa kamu harcamaları, kalkınma önceliklerine göre belirlenmeli; kamu-özel işbirlikleri şeffaf ve performansa dayalı biçimde yapılandırılmalıdır. Yatırım kararlarında siyasi bağlantı değil; verimlilik, istihdam ve stratejik değer esas alınmalıdır. Devletin görevi, ekonomi yönetiminde piyasanın işleyişini düzenlemek ve adil rekabeti garanti etmektir; piyasaya doğrudan müdahale ederek yönlendirmek değil.

    Eğitim sisteminin devlet aklının yeniden inşasında oynayacağı rol kritik önemdedir. Bugünün çocukları, yarının kamu görevlileri, yöneticileri, bilim insanları ve vatandaşlarıdır. Eğer bugünden itibaren eleştirel düşünen, etik değerlere sahip, sorumluluk bilinci yüksek bireyler yetiştirebilirsek, bu bireyler ileride yeni bir kamu kültürü inşa edebilir. O yüzden devletin eğitim vizyonu, sadece sınav başarısına değil; karakter, değer ve vatandaşlık bilincine odaklanmalıdır.

    Bu noktada medya da çok önemli bir araçtır. Medya, kamuoyunu yönlendirmenin değil; kamuoyunu güçlendirmenin aracıdır. Yeni devlet aklı, medya özgürlüğünü sadece bir hak olarak değil, bir gelişmişlik göstergesi olarak görmelidir. Eleştiriden kaçan değil, eleştiriyi dinleyen bir yönetim kültürü oluşmalıdır. Toplumun denetim mekanizmaları ancak bu şekilde işler. Medyanın susturulduğu yerde yanlışlar büyür, haksızlıklar kökleşir ve toplumda derin bir kopuş yaşanır. Bu yüzden medya, yeni devlet aklının partneri olmalıdır.

    Yeni devlet aklı aynı zamanda bir dış politika vizyonu da içerir. Türkiye’nin dış politikası çoğu zaman iç politikaya endekslenmiştir. Oysa dış politika, uzun vadeli çıkarların korunmasıdır. Yeni devlet aklı, dış politikada onurlu ama alçakgönüllü; güçlü ama diplomatik; bölgesel ama evrensel bir yaklaşımı benimsemelidir. Türkiye, bulunduğu coğrafyada uzlaştırıcı bir aktör, tarihsel mirasıyla rehberlik eden bir “abi devlet” olabilir. Bu rol ancak güçlü bir içerik ve sağlam bir yönetimle mümkündür.

    Ve elbette tüm bu süreçlerin bir amacı vardır: Devleti yeniden kurmak değil, devleti milletle yeniden barıştırmak. Bugün toplumun önemli bir kesimi, devleti ya gereksiz bir yük ya da korkulacak bir otorite olarak görüyor. Bu algıyı kırmak gerekiyor. Devlet, bireyin önünde değil; bireyin arkasında duran, onu koruyan, haklarını gözeten, özgürlük alanlarını genişleten bir yapıya bürünmelidir. İşte bu yeni anlayış, Türkiye’yi sadece yönetilebilir değil; yaşanabilir bir ülke hâline getirir.

    Sonuç olarak, yeni bir devlet aklına ihtiyaç duyduğumuz bu çağ, sadece bir reform çağrısı değildir. Bu, bir medeniyet perspektifidir. Devletin gücünü halktan alan, adaletle yükselen, liyakatle yöneten, şeffaflıkla güven veren ve toplumla birlikte yürüyen yeni bir yönetim kültürü inşa edilmedikçe, Türkiye’nin önündeki hiçbir reform uzun ömürlü olmayacaktır. Yeni devlet aklı, bu toprakların hafızasından, vicdanından ve aklından beslenen bir kurucu vizyon olmalıdır. Şimdi bunu kurmak için belki de son büyük fırsat önümüzde duruyor.

  • Türkiye’nin kalkınma serüveni, yüz yılı aşkın bir süredir sürmekte olan bir zihinsel, yönetsel ve kültürel arayıştır. Bu arayış, zaman zaman Batı’dan alınan modellerin heyecanıyla, zaman zaman da içeriden doğan çıkış arayışlarıyla şekillenmiştir. Ancak ne yazık ki bu uzun yolculuk boyunca hiçbir zaman kalıcı, toplumsal mutabakata dayalı, kültürel dokuyla uyumlu ve sürdürülebilir bir kalkınma modeli inşa edilememiştir. Türkiye, çoğu zaman ithal edilmiş fikirleri, yarım bırakılmış reformları ve siyasi dönüşümlerin gölgesinde kalan stratejileri deneyerek ilerlemeye çalışmıştır. Peki neden? Bu sorunun cevabı yalnızca ekonomiyle değil, bir milletin zihniyeti, tarih bilinci ve kurumsal refleksleriyle ilgilidir.

    Cumhuriyet’in kurucu kuşağı, Osmanlı’nın son dönemindeki dağınıklığın ardından modern bir devlet kurma mücadelesine giriştiğinde, önlerinde hazır reçeteler yoktu. Fakat zamanın ruhu Batı’yı referans almayı zorunlu kılıyordu. Sanayi devrimini kaçırmış, sömürge imparatorluğu kuramamış bir devletin bakiyesi olarak yeni Türkiye, üretim kabiliyetini yeniden inşa etmek zorundaydı. Bu nedenle devletçilik bir tercih değil, zorunluluktu. 1930’ların kalkınma modeli, merkezî planlamaya dayalıydı ve devlet eliyle sanayi yatırımları yapılmasını öngörüyordu. O dönemin Türkiye’si için bu model doğruydu. Ancak sonraki yıllarda, bu modelin ya revize edilmesi ya da tamamlanması gerekirken, her gelen siyasi kadro kendi tercihini “model” olarak sunmaya başladı. Bu da zihinsel bütünlüğü imkânsız hâle getirdi.

    1950 sonrası Türkiye, çok partili sisteme geçtikten sonra, planlama geleneğini terk etmeye başladı. DP hükümeti, daha liberal bir ekonomi politikası izlemeye çalıştı ancak sermaye birikimi yetersizdi. Özel sektör yeterince güçlü değildi. Bu yüzden yatırımlar yine devlete bağımlıydı. 1960’larda planlı kalkınma hamlesiyle Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu ama bu yapı da siyasi müdahalelerden hiçbir zaman tam anlamıyla arındırılamadı. Türkiye’nin kalkınma rotası, her askeri darbe sonrası yeniden çizildi. Böylece devletin zihni, kalkınma politikaları konusunda süreklilik yerine kesinti üreten bir refleks geliştirdi.

    Bugün hâlâ Türkiye’nin kalkınma yol haritası dendiğinde, geniş kesimlerin zihninde aynı belirsizlik hâkimdir. Çünkü bu ülkede bir toplumun kolektif hafızasına kazınmış, uzun vadeli, kendi kavramsal çerçevesini oluşturmuş bir kalkınma paradigması yerleşmemiştir. Güney Kore bugün bir modelden söz edebiliyorsa, bu yalnızca teknolojideki ilerlemesinden değil, o teknolojik sıçramayı mümkün kılan zihinsel ve kurumsal disiplininden kaynaklanmaktadır. Türkiye ise her yeni dönemde “yeniden başlama” zorunluluğu hisseden bir siyasi ve bürokratik kültüre sahiptir. Bu da hem öğrenilmiş bilgiyi hem de birikimi çöpe atan bir alışkanlığa dönüşmektedir.

    Üstelik bu mesele sadece devletin değil, toplumun da sorunudur. Türkiye’de kalkınma, çoğunlukla devletin yapacağı işler olarak görülür. Toplumdan beklenen sadece desteklemek, seyretmek ve gerektiğinde oy vermektir. Oysa gerçek kalkınma, toplumun her bireyinin rol aldığı, girişimcilikle, üretimle, tasarrufla ve yaratıcı katkıyla mümkün olan bir süreçtir. Ancak bizim toplumsal kültürümüzde hâlâ “devlet baba” metaforu ağır basmaktadır. Bu nedenle “devlet versin, devlet yapsın, devlet çözsün” anlayışı zihinlerde yer etmeye devam etmektedir. Bu zihinsel eşik aşılmadıkça, kalkınmanın taşıyıcı unsuru olan rekabet, yenilikçilik ve müteşebbislik gelişemez.

    Peki ne yapılmalı? Öncelikle Türkiye, kalkınmayı sadece ekonomik bir mesele olarak görmekten vazgeçmelidir. Kalkınma bir zihniyet meselesidir. Ve bu zihniyet, eğitim sisteminde başlar. Türkiye’de yıllardır uygulanan sınav odaklı, ezberci, itaatkâr birey yetiştirmeye endeksli eğitim anlayışı, kalkınmanın düşmanıdır. Sorgulamayan, risk almaktan korkan, takım çalışmasına uzak bireylerle kalkınma olmaz. Eğitim sisteminin, problem çözen, proje geliştiren, fikrî mülkiyet üreten gençler yetiştirecek şekilde yeniden tasarlanması gerekir. Bu da öğretmen eğitiminin değişmesi, okul yönetişiminin özerkleşmesi ve müfredatın tamamen yeniden yazılması anlamına gelir.

    Üniversiteler de bu dönüşümün merkezindedir. Ancak Türkiye’deki üniversiteler, çoğunlukla bilgi üretme değil, diploma verme merkezleri gibi çalışmaktadır. Üniversiteler sanayiyle, yerel yönetimlerle, yatırımcılarla ve hatta çiftçilerle ortak çalışan, araştırmalarını ticarileştirebilen, patent çıkarabilen, start-up destekleyen kurumsal yapılara dönüşmeden kalkınma modeli hayal olarak kalır. Amerika’daki Stanford Üniversitesi’nin Silikon Vadisi üzerindeki etkisi, yalnızca akademik bir örnek değil; aynı zamanda bir kalkınma stratejisidir. Türkiye’nin üniversiteleri de kendi bölgelerinin kalkınma motoru hâline getirilmelidir.

    Finansal sistem de dönüşmelidir. Türkiye’de yatırım yapmak için sermaye erişimi son derece zordur. Bankalar kısa vadeli kâra odaklandıkları için uzun vadeli teknolojik yatırımları fonlamaktan çekinirler. Bu yüzden Türkiye’de yenilikçi işler çoğu zaman ya başlamadan biter ya da başka ülkelere taşınır. Bu döngüyü kırmak için, devlet destekli girişim sermayesi fonları, risk sermayesi platformları, kitle fonlama sistemleri geliştirilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır. Sermaye sınıfı sadece elitlerin değil, halkın da parçası olduğu, yaygın ve demokratik bir yapıya dönüşmelidir.

    Ayrıca kalkınma modelinin ahlaki bir çerçevesi olmalıdır. Türkiye’de uzun yıllar boyunca kamu yatırımları birilerine zenginleşme aracı olarak sunuldu. Devletin ihale sistemi, liyakatin değil bağlantıların devreye girdiği bir düzene dönüştü. Oysa kamu kaynakları halkın ortak malıdır. Bu kaynakların yatırıma dönüşmesi, ancak şeffaf, denetlenebilir, rekabete açık ve fırsat eşitliğini gözeten bir sistemle mümkündür. Türkiye, kalkınma modelini yeniden yazarken ahlaki inşa sürecini de göz ardı edemez. Devletin zenginleştirdiği değil, vatandaşın üreterek büyüttüğü bir ekonomi modeli esas alınmalıdır.

    Kalkınmanın bir başka boyutu da yerellik meselesidir. Türkiye’nin kalkınma yaklaşımı uzun yıllar boyunca Ankara merkezli oldu. Oysa kalkınma yerelden başlar. Her şehrin, her bölgenin kendi avantajları, potansiyeli, insan kaynağı ve ekosistemi vardır. Bu nedenle kalkınma planlaması merkezi değil, yerel ihtiyaçlara göre şekillendirilmelidir. Yerel kalkınma ajansları, üniversiteler ve sanayi odaları bu sürecin aktif aktörleri hâline getirilmelidir.

    Yerel kalkınma planlaması yalnızca bir ekonomik bölüşüm meselesi değil, aynı zamanda sosyal adaletin sağlanması için de gereklidir. İstanbul’a yapılan her yatırım, İstanbul’u daha da büyütürken Anadolu’daki potansiyel merkezleri zayıflatıyor. Oysa Erzurum’da yazılım vadisi, Konya’da tarımsal teknoloji merkezi, Gaziantep’te gıda inovasyon parkı kurmak hayal değil. Yeter ki bu illerdeki üniversiteler, belediyeler, sanayi odaları ve gençler kalkınma sürecine ortak kılınsın. Merkezden değil, yerelden yönetilen bir kalkınma hamlesi, hem aidiyeti artırır hem de verimliliği yükseltir.

    Bu noktada yeniden rekabet kültürüne dönmek gerekiyor. Türkiye’de uzun yıllardır kamu alımlarından özel sektör teşviklerine kadar her şey rekabetten çok sadakat ilişkileri üzerinden ilerliyor. Oysa rekabet, kaliteyi, yeniliği ve dinamizmi tetikler. Gerçek kalkınma modelleri rekabetin içselleştirildiği toplumlarda doğar. Bir fikrin diğerinden iyi olduğunu ispatlayabildiğiniz, yeni bir yöntemi mevcut olanın yerine koyabildiğiniz, daha ucuza, daha etkiliye ulaşabildiğiniz ölçüde ilerlersiniz. Türkiye’nin kalkınma modelinin temel felsefesi, “herkes için eşit rekabet alanı” olmalıdır.

    Bunun sağlanabilmesi için hukuk sisteminin çok güçlü ve tarafsız olması gerekir. Yargıya olan güvenin zayıf olduğu bir ülkede ne dış yatırımcı gelir ne de iç girişimci risk alır. Türkiye’nin kalkınma rotası, bağımsız bir yargı ve adil bir hukuk düzeni üzerine inşa edilmelidir. Ekonomik modelin sürdürülebilirliği, hukukun eşit uygulandığı, mülkiyet hakkının korunduğu, sözleşmelerin güvence altında olduğu bir sistemle mümkündür. Bu yüzden kalkınma, yalnızca sanayi politikası değil; aynı zamanda bir hukuk ve yönetim reformudur.

    Medya da bu sürecin görünmeyen ama etkili aktörüdür. Türkiye’de medyanın büyük kısmı kalkınma tartışmalarını sadece siyasi ideolojik çerçevede ele alıyor. Oysa kamuoyunun bilinçlenmesi, ekonomik okuryazarlığın artması ve gençlerin vizyoner konulara yönelmesi için medya öncü bir rol üstlenmelidir. Kalkınma sadece teknokratların, ekonomistlerin ya da siyasetçilerin meselesi değildir. Her evde, her okulda, her ekran başında konuşulması gereken bir meseledir. Kalkınma kültürü halkın zihnine nüfuz etmeden başarılamaz.

    Bu kültürü besleyen unsurlardan biri de örnek başarı hikâyeleridir. Türkiye’de zaman zaman çıkan yerli ve milli başarılar, hak ettiği kadar görünür kılınmıyor. Oysa KOBİ’lerden çıkıp dünya çapında iş yapan firmalarımız var. Girişim sermayesiyle büyüyen, üniversiteden filizlenip patente dönüşen hikâyeler var. Bu hikâyeler anlatılmalı, çoğaltılmalı ve gençlere ilham vermelidir. Çünkü kalkınma, yalnızca istatistiklerle değil, örnek alınabilir hayatlarla da inşa edilir.

    Dış ticaret politikası da kalkınmanın kaldıraçlarından biridir. Türkiye bugüne kadar ağırlıklı olarak Avrupa pazarına odaklandı. Bu doğru bir strateji olsa da yeterli değil. Asya Pasifik ülkeleriyle teknoloji ve dijital ürün ticareti; Afrika’yla tarım ve altyapı iş birlikleri; Orta Asya’yla sanayi ve enerji anlaşmaları geliştirilebilir. Türkiye’nin kalkınma modeli, çok merkezli bir dış ticaret vizyonuyla genişletilmelidir. İhracat çeşitlendikçe üretim derinleşir, üretim derinleştikçe kalkınma sürdürülebilir hâle gelir.

    Aynı zamanda iç tüketim yapısının da dönüşmesi gerekiyor. Bugün Türkiye’nin büyüme modeli hâlâ büyük oranda iç tüketimle destekleniyor. Tüketim, üretimin karşılığı değilse, borçla finanse ediliyorsa bu model sürdürülemez. Türkiye’de tasarruf oranları düşük, borçluluk yüksek. Kalkınmanın tabana yayılması için halkın tasarrufları değerlendirilebilir hâle getirilmeli. Bunun için finansal okuryazarlık artırılmalı, güvenilir yatırım enstrümanları yaygınlaştırılmalı, katılım ve ortaklık esaslı modeller teşvik edilmelidir.

    Yine bir diğer mesele; tarım ve hayvancılıkla kalkınmanın yeniden düşünülmesi. Uzun yıllar boyunca bu sektörler kırsal fakirliğin sembolü hâline geldi. Oysa dünya artık tarımı yüksek teknolojiyle buluşturuyor. Akıllı tarım, dijital izleme, veri destekli üretim, sözleşmeli modeller, tohumdan sofraya zincir bütünlüğü gibi alanlarda büyük dönüşümler yaşanıyor. Türkiye, kırsal nüfusu bu yenilikçi modelle destekleyerek hem gıda enflasyonunu düşürebilir hem de milyonlarca insana istihdam yaratabilir. Kırsal kalkınma olmadan milli kalkınma eksik kalır.

    Enerji meselesi de kalkınmanın kritik eksenlerinden biridir. Türkiye’nin enerji ithalatına dayalı büyüme modeli, cari açık üretmeye devam ediyor. Bu da ekonomiyi dış kırılganlıklara açık hâle getiriyor. Yenilenebilir enerji yatırımları artırılmalı ama aynı zamanda enerji verimliliği konusu da önceliklendirilmelidir. Sanayi bölgelerinde, kamu binalarında ve ulaşımda enerji tüketimini azaltacak yapısal çözümler geliştirilmelidir. Kalkınma, yalnızca daha fazla üretmek değil; daha verimli üretmeyi başarmaktır.

    Kalkınma modelinin bir başka vazgeçilmezi de kültürel kalkınmadır. Bu konu çoğu zaman göz ardı edilir ama bir toplumun üretim yaparken nasıl düşündüğü, nasıl çalıştığı, neye değer verdiği ve ne için mücadele ettiği kültürel kodlarla ilgilidir. Japonya’yı Japonya yapan sadece mühendislik değil; aynı zamanda sadelik, disiplin ve iş ahlakına dayalı bir kültürdür. Türkiye’nin de kendi değerlerinden beslenen bir kalkınma ahlakına ihtiyacı var. İsrafa, kayırmaya, kolaycılığa değil; emeğe, liyakate ve sabra dayalı bir kültür inşa edilmeden kalkınma modeli hayal olarak kalacaktır.

    Ve tüm bu reformların çatısı altında yer alacak olan şey: ortak vizyon. Türkiye’de her siyasi değişiklikle birlikte kalkınma rotasının değiştiği bir yapı artık sürdürülebilir değil. 10 yıllık, 25 yıllık, 50 yıllık kalkınma hedefleri devlet politikası olarak belirlenmeli. Bu hedefler seçimlere kurban edilmemeli. Tüm siyasi partiler, bu hedefler etrafında asgari müşterekte buluşabilmeli. Çünkü kalkınma bir parti projesi değil; bir milletin kuşaklar boyu sürecek yürüyüşüdür. Bu yürüyüş, birlikte başlarsa başarıya ulaşır.

    Sonuç olarak Türkiye’nin kendine ait bir kalkınma modeli kuramamasının nedeni, eksik akıl değildir. Bu topraklarda yeterince zeki, çalışkan, vizyoner insanlar her dönemde vardı. Eksik olan şey, bu potansiyelin zihinsel bir bütünlük içinde seferber edilmesiydi. Eksik olan şey, süreklilikti, adaletti, liyakatti, şeffaflıktı ve rekabetti. Bunlar tamamlandığında Türkiye, sadece büyüyen bir ekonomi değil; yükselen bir medeniyet olarak da tarih sahnesinde yerini alacaktır.

    Ve şimdi o modeli kurmak için geç değil. Ama geciktikçe bedeli ağırlaşıyor. Kalkınma bir an önce başlaması gereken zihinsel bir seferberliktir. Bu yazı, onun ilk adımı olsun.