Köşe’deki Ekonomi

“Ahlaki değerlerinin yozlaşması durumunda, varlık ve kaynak şartları ne olursa olsun, hiç bir toplum meşru yollarla iktisadi açıdan refaha ulaşamaz. Bunun sonucu olarak bir çoğu iktisadi esarete sürüklenip sömürülürken az bir kısmı da gaddarlıklarıyla, sürdürülebilir olmamakla beraber, acımasız birer sömürgeciye dönüşür.”

  • Gözünüzün önüne, altının tahtını bir günlüğüne devralan görkemli bir beyaz metal getirin: platin.

    “Ons başına 1.341 dolar” rakamı, Haziran sonunda ekranıma düştüğünde ister istemez 2025’in retoriğini şekillendiren o eski soruyu yeniden sordum: bu yükseliş geçici bir tutku mu, yoksa uzun soluklu bir dönüşümün habercisi mi?

    Yılın ilk gününde ons fiyatı 1.000 dolar eşiğine gelmişken bugün gramı 43 dolarda; yılbaşından bu yana kabaca %40’tan fazla demek bu.

    Finans terminolojisinde “metal yorgunluğu” diye bir kavram yoktur ama grafiklerin dili bazen öyle yorgun düşer ki satırlar arasında, tarihteki her büyük ralli sonrasında fısıldanan aynı cümleyi duyarsınız: “Şimdi ne olacak?” 

    Fiyatlardaki bu coşkunun arka planındaki temel öykü yalnızca arz–talep makarası değil; aynı zamanda enerji dönüşümü, tüketici psikolojisi ve jeopolitik gerilimlerin iç içe geçtiği karmaşık bir ağ.

    Dünya Platin Yatırım Konseyi’nin son çeyrek raporu bu yıl üçüncü kez “derinleşen piyasa açığı”ndan söz ediyor: 2025’te 966 bin onsluk eksik üretim, beş yılın en düşük toplam arzıyla birleşiyor. Daha da ilginci, bu açığın 2029’a kadar her yıl ortalama 727 bin ons civarında kalacağı tahmin ediliyor; beş yıl boyunca her sene, piyasaya gerekenin neredeyse onda biri kadar metal girmeyecek. 

    Arz tarafındaki kıtlık hikâyesinin başrolünde her zamanki gibi Güney Afrika var. Ülke dünya platin üretiminin yaklaşık yüzde yetmişini sırtlıyor; ancak üretim uzun, derin ve maliyetli yeraltı galerilerine bağlı. Elektrik kesintileri, işçi grevleri ve kronikleşmiş su problemleri derken 2025’in ilk çeyreğinde Güney Afrika çıkışı %13 daraldı.

    Rusya cephesindeyse Ukrayna savaşı finansmanında eritilen rezervler kısa vadede pazara paladyum fazlası ve platin kıtlığı getiriyor. Rusya’nın mevcut stokları tükendiğinde jeopolitik gölgeler çok daha belirgin hale gelecek gibi duruyor. 

    Talep cephesinde Çin podyuma çıkıyor. Altının spot fiyatı psikolojik 2 500 dolar sınırına dayanırken Çinli genç tüketiciler, düğünlerde gösterişli sarı bilezik yerine “modern” ve “serin” görünen platin kolyeleri tercih etmeye başlamıştı zaten.

    Pekin’in lüks caddelerinde vitrin düzeni değişti: altın geri, platin ön raflara yükseldi. WPIC verileri yalnızca yılın ilk beş ayında Çin mücevher talebinin %13 arttığını söylüyor; bunun büyük kısmı altından kaçan alıcıların beyaz metale yönelişi. Saat başı değişen sokak modası bir yana, bu eğilim takı segmentinde kalıcı bir pazar yeniden dengelenmesine işaret ediyor. 

    Fakat hikaye yalnızca takıyla bitmiyor. Otomotiv sektörü platini katalitik dönüştürücülerin kalbinde yaşatıyor. Elektrikli araçların pazar payı, içten yanmalı motora veda etmeye yetmeyecek ölçüde yavaş artıyor. Üstelik hibrit motorlarda katalitik dönüştürücüler motorun sık sık devreye girip çıkması yüzünden daha soğuk çalışıyor; verim kaybını telafi etmek için daha fazla platin grubu metale ihtiyaç doğuyor.

    Mühendislerin sessiz reçetesi şöyle: “Paladyumu azalt, platini artır; hibritler pazarı domine ederken marjı koru.” 

    Bütün bunlara bir de hidrojen ekonomisini ekleyin. Yeşil hidrojeni tartıştığımız her panelde, elektrolizör ve yakıt hücresi katalizörü olarak platin ismini duymamak imkansız.

    Reuters’e demeç veren uzmanlar büyük kamyonların ve otobüslerin paladyuma kıyasla daha yüksek platin yüklemeleriyle en son elektrifikasyona geçecek segment olduğunu vurguluyor; elektrik motoru kaçınılmaz olsa da geçiş süresi platin için uzun bir talep kuyruğu yaratıyor. 

    ETF piyasası da platini ilgilendiren ayrı bir konu. 2025 başından bu yana küresel platin ETF’lerine 70 bin ons net giriş oldu.

    Kağıt üzerinde bu, üretimden düşülen bir fiziki stok demek. Olası sert düzeltmelerde ETF yatırımcısı satışa geçtiğinde spot piyasaya umulmadık likidite enjekte edebilir. UBS burada temkinli; bankanın haftalık notu volatilite genişledikçe kar almanın mantıklı olacağını, uzun vadeli pozisyonlarınsa korunması gerektiğini savunuyor. 

    Teknik analiz cephesinde resim karmaşık. Ons bazında 1.200 doların üzerinde tutunma, 2021’de yarım kalan bir dönüş formasyonunun tamamlanması anlamına geliyor. Eğer bu seviye haftalık kapanışlarda taban hâline gelirse 1.500 dolara kadar gözü kara bir ralli görebiliriz.

    Ancak grafikteki boşluklar kadar madencilerin bilançolarındaki boşlukları da hatırlatmak gerek: Güney Afrikalı üreticilerin nakit maliyeti ons başına 980–1.050 dolar civarında. Fiyat 1.000 dolar eşiğinin altına inerse birçok ocağın kapıya kilit vurup arzı daha da kısacağı ortada.

    “Peki bütün bu karmaşanın sonunda, platin tutmalı mıyım?” sorusuna yanıt vermek kolay değil. Ancak şu üç nokta kararın pusulası olabilir. Birincisi, arz açığı yapısal ve kısa vadede devreye girecek yüksek tenörlü yeni rezerv gündemde yok. İkincisi, takı-otomotiv-hidrojen sacayağı 2025 sonrası talebi sektör çeşitliliğine yayıyor; tek sektöre bağımlılık riski azalıyor.

    Üçüncüsü, olası bir Fed faiz indirimi doların değerini geriletip emtia cephesine nefes aldırabilir.

    Bununla birlikte maraton koşmakla sprint atmak arasındaki farkı unutmamak gerekir. Platin fiyatının yıl sonunda 1.350–1.400 dolar bandına oturması, ons başına yüzde on beş civarında ek prim demek. Fakat beklenmedik bir resesyon otomotiv talebini ve takı iştahını söndürebilir.

    2008 krizinde platinin ons fiyatı bir yıl içinde 2.200 dolardan 800 dolara savrulmuştu; bu darbenin hala finans derslerinde dipnot olduğunu hatırlatmak isterim. Dolayısıyla bugün alınan her gramın arkasında sıkı bir risk yönetimi olmalı.

    İşin politik ayağı da var. Rusya’nın Ukrayna macerası sürerken Batı yaptırımları paladyuma gölge düşürüyor; yatırımcı gözünde “mükemmel ikame metal” olarak lanse edilen platinin risk algısı daha düşük.

    Güney Afrika’da yaklaşan genel seçimler de madencilik lisanslarının yenilenmesi ve elektro-şebeke reformu gibi belirsizlikler yaratıyor; her belirsizlik küçük bir risk primi, her risk primi fiyat grafiğinde yeni bir merdiven basamağı. 

    Son bir parantez açayım: Kripto evreninde platin destekli stablecoin projeleri konuşuluyor. Henüz hacmi küçük ve regülasyon belirsiz; fakat gelecekte fizikî teslimatı kolaylaştıracak bir blok zincir altyapısı spot piyasada bambaşka bir fiyatlama mantığı da yaratabilir.

    Altın ETF devrimini hatırlayın: Sarı metalin “yatırım yapılabilir” statüsü 2000’lerin başında bu sayede yeniden tanımlandı. Platin de benzer bir evrim eşiğinde duruyor olabilir.

    Yukardaki soruma cevap vereyim: Evet, platin fiyatları muhtemelen yükselmeye devam edecek. Ama bu yükseliş dümdüz bir otoban değil, bol virajlı bir dağ yolu olacak.

    O yola yanınıza likiditeyi, sabrı ve haber akışına karşı refleksinizi almadan kesinlikle çıkmayın.

    Portföyünüzde altın ve gümüşle zaten koruma kalkanı kurduysanız platine ayıracağınız payı yüzde beşin ötesine taşımayın; koruma kalkanınız yoksa bu beyaz metalin sandığınız kadar parlak olmadığını daha önce şahit olduğumuzu da bilin.

    Benim takvimime göre Fed’in üçüncü çeyrek toplantısı ve Güney Afrika madencilik sendikasının eylül grev oylaması, platin için yılın iki kritik kavşağı.

    İlki faiz patikasının dolar üzerindeki etkisini netleştirecek, ikincisi ise arz açığını adeta lamba gibi yakacak. Bu iki tarih arasında fiyat cebini dolduracak spekülasyona zemin var. Altın-platin rasyosu elli yılın zirvesinden gerilemeye başlasa da hala uzun vadeli tersine dönme potansiyeli taşıyor.

    Hasılı, Lord Platin belki de 2025’in finansal romanının gizli kahramanı olacak. Ancak her romanda inişli çıkışlı sahneler vardır; sizin bu hikayedeki rolünüz dramatik anlarda soğukkanlı kalmak ve yatırımınıza ne kadar sadık olacağınıza karar vermektir. Sadakati seçerseniz bugünün gram başına kırk altı doları yarının altmış dolarlık mükafatına dönüşebilir; seçmezseniz platin sahneden çekilir ve kenarda bekler. O bekleyişin süresi bilinmez.

    Ama 2024’te sekiz küçük ülke merkez bankasının rezervlerine ilk kez mütevazı miktarda platin eklediğini biliyoruz…

    Unutmayın, dünya enerjisini dönüştürürken tasarruf edilen her karbon molekülünün bedelini başka bir maden üstlenir. Bugün hidrojeni mümkün kılan katalizörler platinden vazgeçemiyorsa yarın değerleme defterlerimizi bu beyaz metalin adını daha kalın harflerle yazmak zorunda kalacağız. O yüzden fiyat her geri çekildiğinde tartıya yalnız dolar değil, stratejik değer cinsinden bakın. Çünkü stratejik olan, er ya da geç finansal olana galip gelir.

  • https://www.liderhaber.com.tr/lord-platin-altinin-populer-ve-sabikali-rakibi

    01.07.2025

    Platinin performansına kayıtsız kalmak artık hiç bir ekonomist için mümkün değil! Uzun yıllar sonra yeniden tüm piyasa aktörlerinin radarına gürültülü şekilde girmiş durumda.

    “Ons başına 1.341 dolar” rakamı, Haziran sonunda ekranıma düştüğünde ister istemez 2025’in retoriğini şekillendiren o eski soruyu yeniden sordum: “Bu yükseliş geçici bir tutku mu, yoksa uzun soluklu bir dönüşümün habercisi mi?”

    Yılın ilk gününde ons fiyatı 1.000 dolar eşiğine gelmişken bugün gramı 43 dolarda; yılbaşından bu yana kabaca %40’tan fazla demek bu.

    Finans terminolojisinde “metal yorgunluğu” diye bir kavram yoktur ama grafiklerin dili bazen öyle yorgun düşer ki satırlar arasında, tarihteki her büyük ralli sonrasında fısıldanan aynı cümleyi duyarsınız: “Şimdi ne olacak?” 

    Fiyatlardaki bu coşkunun arka planındaki temel öykü yalnızca arz–talep makarası değil; aynı zamanda enerji dönüşümü, tüketici psikolojisi ve jeopolitik gerilimlerin iç içe geçtiği karmaşık bir ağ.

    Dünya Platin Yatırım Konseyi’nin son çeyrek raporu bu yıl üçüncü kez “derinleşen piyasa açığı”ndan söz ediyor: 2025’te 966 bin onsluk eksik üretim, beş yılın en düşük toplam arzıyla birleşiyor. Daha da ilginci, bu açığın 2029’a kadar her yıl ortalama 727 bin ons civarında kalacağı tahmin ediliyor; beş yıl boyunca her sene, piyasaya gerekenin neredeyse onda biri kadar metal girmeyecek. 

    Arz tarafındaki kıtlık hikayesinin başrolünde her zamanki gibi Güney Afrika var. Ülke dünya platin üretiminin yaklaşık yüzde yetmişini sırtlıyor; ancak üretim uzun, derin ve maliyetli yeraltı galerilerine bağlı. Elektrik kesintileri, işçi grevleri ve kronikleşmiş su problemleri derken 2025’in ilk çeyreğinde Güney Afrika çıkışı %13 daraldı.

    Rusya cephesindeyse Ukrayna savaşı finansmanında eritilen rezervler kısa vadede pazara paladyum fazlası ve platin kıtlığı getiriyor. Rusya’nın mevcut stokları tükendiğinde jeopolitik gölgeler çok daha belirgin hale gelecek gibi duruyor. 

    Talep cephesinde Çin podyuma çıkıyor. Altının spot fiyatı psikolojik 2 500 dolar sınırına dayanırken Çinli genç tüketiciler, düğünlerde gösterişli sarı bilezik yerine “modern” ve “serin” görünen platin kolyeleri tercih etmeye başlamıştı zaten.

    Pekin’in lüks caddelerinde vitrin düzeni değişti: altın geri, platin ön raflara yükseldi. WPIC verileri yalnızca yılın ilk beş ayında Çin mücevher talebinin %13 arttığını söylüyor; bunun büyük kısmı altından kaçan alıcıların beyaz metale yönelişi. Saat başı değişen sokak modası bir yana, bu eğilim takı segmentinde kalıcı bir pazar yeniden dengelenmesine işaret ediyor. 

    Fakat hikaye yalnızca takıyla bitmiyor. Otomotiv sektörü platini katalitik dönüştürücülerin kalbinde yaşatıyor. Elektrikli araçların pazar payı, içten yanmalı motora veda etmeye yetmeyecek ölçüde yavaş artıyor. Üstelik hibrit motorlarda katalitik dönüştürücüler motorun sık sık devreye girip çıkması yüzünden daha soğuk çalışıyor; verim kaybını telafi etmek için daha fazla platin grubu metale ihtiyaç doğuyor.

    Mühendislerin sessiz reçetesi şöyle: “Paladyumu azalt, platini artır; hibritler pazarı domine ederken marjı koru.” 

    Bütün bunlara bir de hidrojen ekonomisini ekleyin. Yeşil hidrojeni tartıştığımız her panelde, elektrolizör ve yakıt hücresi katalizörü olarak platin ismini duymamak imkansız.

    Reuters’e demeç veren uzmanlar büyük kamyonların ve otobüslerin paladyuma kıyasla daha yüksek platin yüklemeleriyle en son elektrifikasyona geçecek segment olduğunu vurguluyor; elektrik motoru kaçınılmaz olsa da geçiş süresi platin için uzun bir talep kuyruğu yaratıyor. 

    ETF piyasası da platini ilgilendiren ayrı bir konu. 2025 başından bu yana küresel platin ETF’lerine 70 bin ons net giriş oldu.

    Kağıt üzerinde bu, üretimden düşülen bir fiziki stok demek. Olası sert düzeltmelerde ETF yatırımcısı satışa geçtiğinde spot piyasaya umulmadık likidite enjekte edebilir. UBS burada temkinli; bankanın haftalık notu volatilite genişledikçe kar almanın mantıklı olacağını, uzun vadeli pozisyonlarınsa korunması gerektiğini savunuyor. 

    Teknik analiz cephesinde resim karmaşık. Ons bazında 1.200 doların üzerinde tutunma, 2021’de yarım kalan bir dönüş formasyonunun tamamlanması anlamına geliyor. Eğer bu seviye haftalık kapanışlarda taban hâline gelirse 1.500 dolara kadar gözü kara bir ralli görebiliriz.

    Ancak grafikteki boşluklar kadar madencilerin bilançolarındaki boşlukları da hatırlatmak gerek: Güney Afrikalı üreticilerin nakit maliyeti ons başına 980–1.050 dolar civarında. Fiyat 1.000 dolar eşiğinin altına inerse birçok ocağın kapıya kilit vurup arzı daha da kısacağı ortada.

    “Peki, bütün bu karmaşanın sonunda, platin tutmalı mıyım?” sorusuna yanıt vermek kolay değil. Ancak şu üç nokta kararın pusulası olabilir. Birincisi, arz açığı yapısal ve kısa vadede devreye girecek yüksek tenörlü yeni rezerv gündemde yok. İkincisi, takı-otomotiv-hidrojen sacayağı 2025 sonrası talebi sektör çeşitliliğine yayıyor; tek sektöre bağımlılık riski azalıyor.

    Üçüncüsü, olası bir Fed faiz indirimi doların değerini geriletip emtia cephesine nefes aldırabilir.

    Bununla birlikte maraton koşmakla sprint atmak arasındaki farkı unutmamak gerekir. Platin fiyatının yıl sonunda 1.350–1.400 dolar bandına oturması, ons başına yüzde on beş civarında ek prim demek. Fakat beklenmedik bir resesyon otomotiv talebini ve takı iştahını söndürebilir.

    2008 krizinde platinin ons fiyatı bir yıl içinde 2.200 dolardan 800 dolara savrulmuştu; bu darbenin hala finans derslerinde dipnot olduğunu hatırlatmak isterim. Başlıktaki sabıkası da buradan. Dolayısıyla bugün alınan her gramın arkasında sıkı bir risk yönetimi olmalı.

    Elbette, İşin politik ayağı da var. Rusya’nın Ukrayna macerası sürerken Batı yaptırımları paladyuma gölge düşürüyor; yatırımcı gözünde “mükemmel ikame metal” olarak lanse edilen platinin risk algısı daha düşük.

    Güney Afrika’da yaklaşan genel seçimler de madencilik lisanslarının yenilenmesi ve elektro-şebeke reformu gibi belirsizlikler yaratıyor; her belirsizlik küçük bir risk primi, her risk primi fiyat grafiğinde yeni bir merdiven basamağı. 

    Son bir parantez açmak lazım. Kripto evreninde platin destekli stablecoin projeleri konuşuluyor. Henüz hacmi küçük ve regülasyon belirsiz; fakat gelecekte fizikî teslimatı kolaylaştıracak bir blok zincir altyapısı spot piyasada bambaşka bir fiyatlama mantığı da yaratabilir.

    Altın ETF devrimini hatırlayalım. Sarı metalin “yatırım yapılabilir” statüsü 2000’lerin başında bu sayede yeniden tanımlandı. Platin de benzer bir evrim eşiğinde duruyor olabilir.

    Benim takvimime göre Fed’in üçüncü çeyrek toplantısı ve Güney Afrika madencilik sendikasının eylül grev oylaması, platin için yılın iki kritik kavşağı.

    İlki faiz patikasının dolar üzerindeki etkisini netleştirecek, ikincisi ise arz açığını adeta lamba gibi yakacak. Bu iki tarih arasında fiyat cebini dolduracak spekülasyona zemin var. Altın-platin rasyosu elli yılın zirvesinden gerilemeye başlasa da hala uzun vadeli tersine dönme potansiyeli taşıyor.

    Hasılı, Lord Platin belki de 2025’in finansal romanının gizli kahramanı olacak. Ancak her romanda inişli çıkışlı sahneler vardır; sizin bu hikayedeki rolünüz dramatik anlarda soğukkanlı kalmak ve yatırımınıza ne kadar sadık olacağınıza karar vermektir. Sadakati seçerseniz bugünün gram başına kırk altı doları yarının altmış dolarlık mükafatına dönüşebilir; seçmezseniz platin sahneden çekilir ve kenarda bekler. O bekleyişin süresi bilinmez.

    Ama 2024’te sekiz küçük ülke merkez bankasının rezervlerine ilk kez mütevazı miktarda platin eklediğini biliyoruz…

    Unutmayın, dünya enerjisini dönüştürürken tasarruf edilen her karbon molekülünün bedelini başka bir maden üstlenir. Bugün hidrojeni mümkün kılan katalizörler platinden vazgeçemiyorsa yarın değerleme defterlerimizi bu beyaz metalin adını daha kalın harflerle yazmak zorunda kalacağız. O yüzden fiyat her geri çekildiğinde tartıya yalnız dolar değil, stratejik değer cinsinden bakın. Çünkü stratejik olan, er ya da geç finansal olana galip gelir.

  • 28.06.2025

    Uzun zamandır düşünüyorum. Acaba Nobel Ödülleri öncesinde ya da sonrasında neden bizden dünyaca ünlü bir iktisatçı çıkmadı? Acemoğlu’nu saymıyorum çünkü kriterim vatandaşlık değil. “Bizden” sayılmak için zaman zaman yurt dışında çalışmalar yapsa da görevlerde bulunsa da adayın/ödül sahibinin ödülü getiren çalışmayı bizim üniversitelerimizden birinde sonuçlandırması.

    Ne yazık ki yok böyle bir iktisatçımız.

    1929 Büyük Buhran Krizi sonrası dünyanın en bunalımlı yıllarında Genel Teori’yi yazıp, “Kardeşim, temel varsayımlarınız yanlış. Bu iş böyle çözülmez. İşte böyle çözülür” diyip, her ne kadar bir süre sonra her türlü güncellemeye rağmen doğal olarak zamanın gerisinde kalacak da olsa bir yol haritasını ortaya koymayı başaran ve dünyayı içinde debelendiği çukurdan tüm eleştirilere rağmen çıkaran Keynes gibi bizim dertlerimize deva olacak bir iktisatçı neden yetiştiremedik?

    Sonraki dönemde ABD’nin dünyanın bir numaralı ekonomisi olması ve iktisadi anlamda tarihinin en müreffeh dönemini yaşamasında, dolayısıyla da SSCB’yle olan mücadelesini kazanmasında büyük payı olan, iktisat dünyasının Newton’u diye anılan bir Samuelson neden bizden çıkmadı?

    Dünyanın çeşitli ülkelerinden onlarca örneği inceleyip “neden bizden çıkmadı?” diye sorgulamak mümkün…

    Türkiye eğer bir gün gerçekten ama gerçekten sürdürülebilir refah yaşamak istiyorsa adalet, teknoloji, sanayi, tarım-hayvancılık, enerji, ticaret, hizmet, finans gibi alanlarda çok ciddi bir güce ihtiyacı var. Bunların her birini bir spor takımının oyuncuları gibi düşünmek; siyaseti de takım kaptanı kabul etmek gerekiyor. Takımın her oyuncusu kendi mevkisinin en iyisi olmaya ve kalmaya çalışmalı. Takımın sahibi millet ve en önemlisi teknik direktörü iktisatçılar olmalı. Önce kalkınma iktisatçıları direksiyona geçmeli. Ardından ulaşılan hedefler ya da ortaya çıkan tehditler çerçevesinde bayrak teslimleriyle maksimum fayda elde edilmeli. 

    İşte bu çerçevede bir oyun planı hayata geçirilirse o zaman üniversitelerimiz yukarıda adını andıklarımıza rakip isimlerin çıktığı gerçek bilim merkezlerine dönüşebilir ve ülkemizin kaderinde ciddi etkileri olabilir. Bu etki sadece iktisat değil bahsettiğim tüm bilim alanlarından hem özel sektöre hem kamuya spesifik oyuncuların yetişmesini sağlayacağından şu an kavrayamayacağımız derecede büyük bir çarpan etkisini içinde saklıyor olabilir.

    Dönelim şimdi yayınımızdaki önerileri konuşalım konusuna.

    Çok sayıda ekonomisti takip etmeme rağmen çözüm önerisi bulamıyorum demekle ifade ettiğim mesele aslında dörtbaşı mamur bir alternatif planın yokluğuydu.

    Türkiye’de çok fazla sayıda iyi ekonomist var. Fakat özellikle televizyonlarda ve sosyal medyada gördüklerimizden günlük-haftalık-aylık konularda yorum dinlemekten ileri gidemiyoruz. Kimisi siyasi meseleleri merkeze alarak kimisi tamamen uzak durmaya çalışarak kimisi ise daha çok küresel bakış açısıyla olayları yorumluyor. Bunların yapılması ve sürekli olarak vatandaşın aydınlatılması, finansal okuryazarlığının ve bakış açısının güçlendirilmesi çok kıymetli. Şartlar ne olursa olsun devam etmeli.

    Diğer yandan bize adalet, teknoloji, sanayi, tarım-hayvancılık, enerji, ticaret, hizmet, finans gibi içinde bulunduğumuz kötü durumun her penceresinden senkronize çözümler üreten ve gerekli teorik hesaplamaları yapılmış, olumlu örneklerle güçlendirilmiş toplumun tüm kesimlerini ikna edebilecek bir yol haritası lazım. Bu da ancak akademi dünyasından bir çalışma olarak çıkabilir; en basit dille kitaplaştırılarak maddi olarak ortaya koyulabilir ve tüm başta sosyal medya olmak üzere ana akım da dahil tüm basın yayın organlarıyla toplumun önce ilgi ve dikkatini çektikten sonra iknası için takdirine sunulabilir.

    Bu çalışma yakındığım üzere bizim akademi dünyamızdan gelemedi. Medyadan da doğası gereği  hızla değişen gündemi yakalama ve tarihe not düşme vazifesinin yoğunluğundan gelmeyecek. Geriye bir tek siyaset kalıyor.

    Akademisyenlerin yeterli sayıda yer aldığı siyasi oluşumlardan partilerinin aldıkları oyların oranını dikkate almaksızın “Gölge Bakanlık” çalışmaları kapsamında bu tarz da önü-sonu belli alternatif planlar gelebilir. Gelmeli de. Bence asıl var olma sebepleri bu. Zaten siyaset kurumunun var olma sebebinin kaynak ve varlıkların nasıl bölüşüleceği hususuna cevap getirmek olduğu, demokrasinin tercih edilecek cevap da halkın iradesine başvurulması yöntemi olduğu düşünülünce her siyasi partinin söz konusu yol haritasını iktidara alternatif olarak önü-sonu belli ve eksiksiz şekilde ortaya koyması gerektiği ortadadır. Hiçbir zaman uygulanmayacak bile olsa bunların halka iletilmesi ve halk tarafından bilinmesi halihazırdaki uygulayacılara hem sonunda tüm toplumun karına olacak şekilde kopya çekebilecekleri faydalı yol göstericiler olacağı gibi hem de uygulayıcıların yanlış bir adım atma ihtimalleri doğduğunda vatandaşların tepkisini hesaba katarak büyük hatalardan çekinmesini sağlayacaktır.

    Bugün böyle bir siyasi parti programı görebiliyor muyuz? Hayır…

    İşte o sebeple ilerleyemiyor, tarihimizin en uzun  enflasyonla mücadele planı sonucunda %5’lik bir ilerleme bile kaydedemiyoruz!

    Hasılı, kısır tartışmaları bir yana bırakmak lazım. İçinde bulunduğumuz her şart belli bir değere tekabül ediyor. Şartlar kötüyken bu değer her geçen gün azalıyor. “Düşüyoruz, yanıyoruz” diye dövünmenin faydası yok. Acilen içinde bulunduğumuz şartlara tekabül eden değeri sermaye edinip ne yapabiliriz diye düşünmemiz ve derhal aksiyona geçmemiz lazım.

    Zaman aleyhimize işliyor.

    Tekrar ifade etmek isterim:

    Kavgaya vaktimiz yok. İşimiz elimizdeki değeri artırmak için ikna, senkronizasyon ve verimlilikle optimizasyon sağlamak. Bunun için de iyi bir plan lazım. Etrafında birleşmek ve zaman kaybetmeden harekete geçmek için ilk temel ihtiyaç bu…

    Selamlar…

  • 25.06.2025

    Şartlar her geçen gün zorlaşıyor. Bir taraftan belirsizlik diğer taraftan inadına kayıtsızlık artıyor.

    Hayra alamet değil!

  • 20.06.2025

  • 16.06.2025

  • 30.05.2025

  • Tekstil Zorda

    16.06.2025

    https://www.liderhaber.com.tr/tekstil-zorda

    “Türkiye artık üretmeden büyüme patikasına girmiş gibi. Sadece turizm ve hizmet sektörüyle ben gençlerimize hayal kurdurabileceğimizi zannetmiyorum”

    Bu sözler, TOBB Türkiye Hazır Giyim ve Konfeksiyon Sanayii Meclis Başkanı Şeref Fayat’a ait. Anahtar referanslar çok önemli: Üretmeden büyüme, gençler, hayal kurdurmak!

    Evet, tekstil üretimi hızla düşüyor. Özellikle de hazır giyimde. Yaşadığımız son üç yıllık süreçten sonra gayet normal görülebilir. Fakat gerileme daha eskilerden geliyor. Rahip Brunson Krizi’nden beri devam ediyor.

    Özal’dan buyana 45 senelik süreçte başkalarının 10 yılda başardığı markalaşmayı dahi başaramadık.

    Halbuki yaklaşık yarım asırlık tecrübenin hakkı bu değil.

    On yıllarca fasonda kaldık. Batsanız da herkesin bir yakınınız üstüne kurulan şirketlere mal vermeye devam ettiği, bankalara uğramayan çek yaprağı sirkülasyonlarıyla yabancıları şoke eden, sıradışı, herkesin şansını denediği, sigortasız işçilikte oransal anlamda inşaat işlerinin hemen ardında duran garip bir sektöre dönüştürdük. Dolayısıyla da başaramadık.

    Dünyaya birçok firmamamız son yıllarda başta çevre ülkeler olmak üzere kendi markalarıyla ürün gönderseler de devlet olarak planlı programlı ve tüm dünyaya hitap edicek markaların oluşmasında katkı sağlayacak icraatlerde bulunamadık.

    Ucuz kredilerle ve vergi aflarıyla herkesin memnun olacağı bir büyüme yakalanır dedik, kenardan izledik. İşte sonuç bu oldu.

    Sürekli yol açan, fırsatları gören, gerektiğinde bu yatırımlarıyla dış siyasetini düzenleyip menfaatini gözeten, üretim,ticaret ve finans üzerine kurulu olan bugünkü dünya düzeninde bir sonraki adımı hesaplayıp hamle yapan bir akla ihtiyacımız var.

    “Üretim ve Ticaret İçin Politika” başlığı için bir şemsiye açmalı ve tüm paydaşları aynı hedefe sevk etmenin yanında dışarda da her hamlemizi bu temele oturtmamız lazım. Çünkü büyük devlet olmanın tek yolu var: Üretim ve ticarette, dolayısıyla da finansta güçlü olmak.

    Hasılı, artık ekonominin en üst düzey karar alıcı organları ciddi kariyerlere sahip iktisatçılar, finansçılar, çeşitli sektörlerden iş insanları ve özellikle sanayicilere bir araya gelip kısa vadeli değil, orta ve uzun vadeli yol haritalarımızı düzenlemeli.

    Bir öneri olarak zamanında ABD’de, iktasat’ın Newton’u diye anılan Samuelson’un Kennedy için kurduğu tarzda bir danışma kurulu oluşturulabilir.* Bu gerçekten çok önemli. Çünkü 2 yıllık programdan sonra ancak enflasyonu %3 aşağısında bir rakama çekebildik.

    Halbuki başarılı bir program uygulansa çoktan süteç tamamlanmıştı. Türkiye tarihinin en uzun soluklu yüksek faizli programının sonucunun bu olması kabul edilebilir değil. Ülkenin yetiştirdiği tüm önde gelen ekonomistler kıyasıya eleştiride…

    Faiz artışlarının yanında yapısal reformlar devreye sokulmayınca ve kamu harcamalarında kısılma olmayınca böyle bir tabloyla karşılaşılması kimseye sürpriz olmadı aslında. Ekonomiden biraz anlayan herkes sonucun bu olacağından daha ilk aylardan zaten emindi.

    İki yıllık süreç bizi buraya getirse de vazgeçip havlu atma, oturup “kaderimiz buymuş” deme lüksümüz yok. Toparlamak zorundayız. 85 milyon insanımız için mücadeleye devam etmeliyiz. Kaç kere başarısız olunursa olunsun baştan baştan denemeliyiz. Pek tabi aynı şeyleri deneyip farklı sonuç almayı beklemek gibi bir hataya düşmeden…

    Tam burada başa dönüp meseleyi Sayın Fayat’ın ifade ettiği “gençler” hususuna getirecek olursak açıkça ifade etmek lazım: Gençlere çok ihtiyacımız var. Şans vermeli, önlerini açmalı, tecrübe kazanmalarını sağlamalıyız. Bunun için de en başta onları okullarında, üniversitelerde, ilk iş yerlerinde yetiştirecek, iş dünyasında tecrübe kazanmalarını sağlayacak ve zamanla direksiyona oturmaya hazır hale getirecek insanlara ve tüm bunlardan en yüksek verimin ortaya çıkmasını sağlayacak sürdürülebilir planlara, son olarak da tüm vatandaşların bu sunulan programlara ve yönetici kadrolarına güven duymasının ardından finansmanı için ise yüksek faizli borçlar yerine tüm vatandaşların elini taşın altına koyması açısından kitle fonlaması yönteminin kullanılmasıyla beraber güçlü-derinlikli ve paydaşlarının finansal okur yazarlığı yüksek olan bir borsanın oluşturulması azmine ihtiyaç var.

    Yazımı geçen gün bir YouTube shorts’unda denk geldiğim cümleyle son vermek istiyorum. Sözün sahibi Bilge Yılmaz Bey. Siyasi kimliğinin dışında bir iktisatçı olarak ifade ediyor: Her şey faizin artırılmasıyla çözülecek olsaydı dünyada kötü ekonomi kalmazdı”

    Çok haklı…

    İçinde bulunduğumuz cendereden çıkmanın formülü doğru politikalarla doğru yol haritasının oluşturulması ve o yolda gereken ısrar ve dikkatle yürünmesi…

    (*Not: Bahsi geçen dönem çoğu iktisat tarihçisine göre ABD’nin ekonomik anlamda en zirvede olduğu yıllara denk gelmektedir.)