“Ahlaki değerlerinin yozlaşması durumunda, varlık ve kaynak şartları ne olursa olsun, hiç bir toplum meşru yollarla iktisadi açıdan refaha ulaşamaz. Bunun sonucu olarak bir çoğu iktisadi esarete sürüklenip sömürülürken az bir kısmı da gaddarlıklarıyla, sürdürülebilir olmamakla beraber, acımasız birer sömürgeciye dönüşür.”
Tekrar ediyorum: Birileri borsa olay bazlı olarak aşağı düşsün istiyor.
Türkiye’nin gelecek vaat eden firmalarına çok ucuza ortak olmak isteyen birileri var.
Hangi parayla olduğu da meçhul. Kimse küresel gelişmeler böylesine bir belirsizlik dönemindeyken bu kadar uzun vadeli işe kalkışmaz.
Çünkü iş dünyasının hem içerden hem dışardan maksimum seviyede kontrol edilmesi gibi zorlu bir uğraş bu. Hatta belki sonra edinecekleri tüm bu paylara yatırım yapacak ve yönetecek ortak bir Blackrock benzeri yatırım bankasının kurulması ve işin uluslararası bir sermaye gücüne dönüştürülmesi talepleri bile var gibi bu planda.
Yani, “yeni bir güç” oluşturulması adına kalkışılan bir iş bu. Sıradan bir şey değil. Üstelik MÜSİAD önde koşuyor.
Çalıştım senelerce MÜSİAD’lılarla. Aktif adamlar. Hiç bir şey yapmadıklarında bile illa görüşmeye bahane buluyorlar. Kondisyonları ve moralleri yüksek. TÜSİAD Amerika olsa onlar Çin de MÜSİAD olur. Sadece teknoloji üretemiyorlar.
“Teknoloji üretemeyen nasıl Çin olur? diyeceksiniz. Topa bu kadar sert girdiklerine göre “Bundan sonra üretecekler” demek ki. Üstelik kendi insan kaynaklarının Z kuşaklarıyla araları sorunsuz. Toplumun en zengin %10’luk kesiminin içinde muhafazakarlar son yıllarda öndeydi. Çok iyi eğitim almış gençlerle bağlantıları güçlü. Babalarının koltuklarına geçmeye öyle ya da böyle özellikle de 2023 yılındaki enflasyondan sonra hazırlanmaya başladılar. Muhafazakarların dünyasında büyük bir zihinsel devrimin eşiğindeyiz. Akp’yi iktidara taşıyan nesil ve onlara yolculuklarında eşlik eden büyük oğulları çok yaşlandı. Arada bir boşluk nesil var. (ki o da benim nesil oluyor)
Gerçi Z’nin hemen önünde doğan kuşak da nesilden sayılabilirdir, fakat teknoloji öyle hızlı ilerlediki adamlara nesilden sayılabilecek kadar fırsat verilmedi. Z-vari oldular. Onlara bulduğum isim bu.
Koltuklar her türlü Z-varilere, ağırlıklı olarak da Z’lere kalacak.
Teknoloji ile en çok onlar içli dışlı. Yeni dünyada onları bekleyen bir çatışma yok. Karşıt görüşlülerle şu ana kadar hiç bir çatışma yaşamadılar. Önleri çok açık.
Neyse konumuza dönelim. Devam edelim…
Bu işin “neden?” kısmıydı. Bu soruyu anlamlandıra bilmek adına bir de “kim?” sorusunun cevabı ortaya koyulmalı.
Böylesine muazzam bir operasyon için bu defa açıktan savaş rolünde bir muhalefete ihtiyaç vardı. O da oldu!
Finans Tarihi açısından inanılmaz bir süreçten geçiyoruz. Ve tüm operasyonların merkezi Türkiye.
Tüm dünyadaki problemleri buradan dinamitleyecekler.
Türk ekonomisinin sallanması en çok Avrupayı tehlikeye düşürür. Rus tehditi bu kadar ısınmışken…
İşte böylesine bir tabloyla karşılaşınca bu sefer de yeni bir “neden?” sorusu karşıma çıkıyor.
“Neden Türkiye?”
Bu soruya cevap bulunca yeni “kim?”sorusuna cevap bulmaya bir adım daha yaklaşırım diye düşünüyorum.
“Kim bu işleri burdan başlatmak isteyen esrarengiz adamlar?“
Not: Bazen “mesele acaba Kıbrıs mı?” diye düşünüyorum. Özellikle şu son birkaç haftadır olanlar bizde çıkan bir sıkıntı esnasında bizden ayrılmayı deneyebilecekleri fikrini getiriyor aklıma.
Ya Kıbrıs’ın arkasından sırada çok büyük bir hedef var, ya da kuruntuya düştüm; bu kadar şeytani bir plan onun için bile fazla…
Hepi topu 230 milyar dolarlık borsa üyesi şirketleri böyle bir kriz döneminde boykotlarsanız ağırlıklı olarak o hisseleri zamanı geldiğinden kimseye hissettirmeden yavaş yavaş bedavadan yabancılar ya da vatansız spekülatörler toplar.
Borsadan zararla çıkan para mevduata gider, faiz indirimleri devam eder. O esnada borsa yeniden hareketlenir. Ama indirimlerin oluşturacağı enflasyonla ayrıca tetiklenebilir. Ucuza satılan mallar yabancılardan yeni fiyatlarıyla geri alınır.
Parasını kazanan yabancılar ilk sapakta çıkar gider. En ufak bir olay hikaye açısından onlara yeterlidir. Yeterli finansal okuryazarlığı olmayan en az 5 milyon kişilik küçük yatırımcı yine zararla içerde kalır.
Boykot yararlı bir iş değil. O kadar uzayacağını düşünmesem de bunu kontrolden çıkararak para kazanmak isteyen birilerine deneme şansı verebilir ve küçük bir ihtimalle de olsa saçma sapan bir hale dönüşebilir.
Yine de herkesin kendi tercihidir ama bence #Boykot işi kimsenin faydasına olmadığı gibi hepimize zarar verebilecek potansiyele sahip.
Gelgelelim ben zaten bu kadar uzun bir süre içinde Türkiye’de suların durulmamasından ötürü zaten yeni borsa krizleri bekliyorum. Dolayısıyla işler bu tarifini yaptığım kötü senaryodan bile çok daha fena sonuçlanabilir.
Bir ülkede enflasyonun en büyük sebebi eğer farklı bir dışsal şok y da olağanüstü bir siyasi/asgari mesele ortada yoksa, kesinlikle ama kesinlike kamu harcamalarından kaynaklanıyordur. Yani enflasyonun gerçek mimarıdır.
Uzun yıllardır Türkiye’de bu alandaki yaranın en büyük kaynağı olan Kamu Harcamaları meselesine biraz değinmek istiyorum.
Vatandaşın vergileriyle yapılan işler yani…
Türkiye’de vergi ödeyen her bireyin, ülkenin kaynaklarının nasıl harcandığını bilme hakkı vardır. Bu hak yalnızca demokrasiyle ilgili bir mevzu değil, doğrudan hayatın kendisiyle ilgili bir meseledir. Çünkü bir toplumda adalet yalnızca mahkemelerle değil, kaynakların dağılımındaki şeffaflıkla da tecelli eder.
Fakat uzun yıllardır Türkiye’de kamu harcamaları konusu, bürokratik sis perdesinin ardına gizlenmiş, karmaşık, izlenemez ve hesap sorulamaz bir alana dönüşmüş durumda.
Yasa teknikleriyle kapatılan açıklar, yüzlerce istisna maddesiyle işlevsiz hale getirilen kamu ihale sistemi, torba yasalarla denetimi atlatan düzenlemeler ve her şeyin ötesinde hesap verme bilincinden uzak bir siyaset kültürü, Türkiye’yi kamu maliyesi alanında ciddi bir şeffaflık krizine sürükledi.
Sayıştay raporlarının yayımlanmadığı ya da kısıtlı yayımlandığı, Meclis’in bütçeyi denetleyemediği, gazetecilerin kamu alımlarına dair soru sormasının bile suç sayıldığı bir düzende vatandaşla devlet arasında güvenin zedelenmesi kaçınılmaz hale geliyor.
Devletin kaynakları, halkın gözüyle değil, yalnızca içerideki bürokratik akışların takdiriyle yönetildiğinde, zamanla bir yönetim krizi değil, bir meşruiyet krizi doğar.
Bu tespit yeni değil. Ancak artık zaman, bu tespiti bir yapısal reform önerisine dönüştürme zamanı. Çünkü Türkiye’nin ekonomik krizleri sadece para politikalarıyla, sadece faiz indirimleriyle, sadece üretim teşvikleriyle aşılabilecek sorunlar değil. Bu sorunlar, sistemin en temel alanlarında biriken, çürümeye yüz tutmuş yapıların doğrudan sonucudur.
Kamu harcamaları da bu yapıların merkezindedir. Ve çözüm için sadece yönetsel değil, dijital, toplumsal ve siyasal düzeyde eş zamanlı bir dönüşüm gereklidir. İşte bu dönüşümün ilham kaynaklarından biri, Avrupa’nın kuzeydoğusunda, Baltık Denizi kıyısında duran küçük bir ülke: Estonya.
Estonya, 2001 yılında başlattığı dijital devlet reformlarıyla dünyanın en şeffaf kamu yönetimi sistemlerinden birini kurdu. Bu sistemin kalbinde X-Road adı verilen dijital omurga bulunuyor. Tüm kamu kurumları, X-Road üzerinden birbirine bağlanmış durumda.
Bu sistem sayesinde, vergi dairesiyle belediye, sağlık bakanlığıyla tapu müdürlüğü, eğitim kurumu ile mahkeme arasında gerçek zamanlı veri paylaşımı mümkün hale gelmiş. Ancak bu entegrasyon sadece kamu kurumları arasında değil, vatandaşla devlet arasında da kurumsal bir şeffaflık köprüsü inşa etmiş.
Estonya’da herhangi bir vatandaş, kendi bilgisayarı ya da telefonundan kamu harcamalarını izleyebiliyor. Hangi kurum ne almış, kaça almış, hangi firmadan almış, aynı ürünü başka kurum kaça almış gibi sorulara saniyeler içinde ulaşmak mümkün. Çünkü ihaleler yalnızca açık usulle yapılıyor, çünkü harcama verileri anlık olarak yayımlanıyor, çünkü vatandaş bilgi istemek zorunda kalmıyor, çünkü sistem bilgiyle doğrudan temas kurma hakkını anayasal bir düzeye taşımış.
Estonya’nın modeli bununla da sınırlı değil. Kamu harcamalarına ilişkin karar alma süreçleri, yapay zekâ destekli algoritmik denetim sistemleriyle destekleniyor. Risk analizi yapan yazılımlar, örneğin aynı firmayla çok sık işlem yapan bir kamu kurumunu otomatik olarak uyarıyor.
Bir ürünün fiyatı benzer alımlara göre anormal düzeyde yüksekse sistem alarm veriyor. İhale komisyonlarındaki üyelerin diğer kurumlarla olan çıkar ilişkileri varsa sistem bunu tespit ediyor. Tüm bunlar ihaleler yapılmadan önce gerçekleşiyor. Bu sistemin adı “önleyici denetim” ve bu denetim sayesinde Estonya, 2024 yılı Yolsuzluk Algı Endeksi’nde 76 puanla dünyada 13. sırada yer aldı. Aynı listede Türkiye 34 puanla 107. sıradaydı. Bu yalnızca bir sıralama farkı değil, bir zihniyet farkıdır.
Yalnızca Estonya değil, Güney Kore de bu konuda örnek bir ülke. Kore’nin e-People adlı sistemi, vatandaşların tüm kamu kurumlarına doğrudan öneri, şikâyet ve dilekçelerini sunabildiği, geri bildirim aldığı bir dijital şeffaflık platformu.
Bu platform yalnızca bir vatandaş talep sisteminden ibaret değil, aynı zamanda kamu kurumlarının davranışlarını izleyip performans ölçen, geciken cevapları cezalandıran, sürekli iyileşmeyi teşvik eden bir dijital kamu ahlakı altyapısı.
ABD’de federal bütçenin tamamı, USAspending.gov adresinden izlenebiliyor. Vatandaş, hangi eyalete ne kadar para gönderildiğini, hangi firma kaç ihaleden ne kadar para kazandığını, hangi projenin maliyet-fayda analizini istediği zaman yapabiliyor.
İngiltere’de “Where Does My Money Go” isimli sistem, vatandaşların ödedikleri her verginin hangi kalemlere harcandığını grafiklerle gösteren bir platform sunuyor. Avrupa’da 11 ülke, kamu harcamalarını açık veri haline getirerek vatandaşın doğrudan katılımını sağlıyor.
Bu sistemlerin ortak özelliği, şeffaflığı bir lütuf olarak değil, sistemsel bir yapı taşı olarak kurgulamaları. Vatandaş bilgi istemek zorunda değil, sistem bilgi verir. Denetim kurumları eksik aramak zorunda değil, algoritmalar hatayı gösterir. Siyasetçi hesap vermek zorunda değil, süreçler zaten kamunun gözetimine açıktır.
Peki, Türkiye neden yapamıyor? Bu sorunun cevabı teknik değil. Çünkü Türkiye’nin teknik kapasitesi son derece yeterlidir. 2024 itibarıyla e-Devlet kullanıcı sayısı 64 milyonu aşmış durumda.
Vergi sistemi, sosyal güvenlik altyapısı, tapu ve nüfus veritabanları tamamen dijitalleşmiş durumda.
Teknoloji var, insan kaynağı var, yazılım gücü var. Eksik olan iradedir. Eksik olan şeffaflığı siyasi bir ilke olarak görmektense, idari bir lütuf gibi sunma alışkanlığıdır. Çünkü Türkiye’de şeffaflık hala bir kültür değil, bir istisnadır. Halbuki olması gereken tam tersidir.
Peki Türkiye’de ne yapılmalı? Öncelikle Kamu İhale Kanunu sil baştan yazılmalıdır. Bugün kanun 192 kez değiştirilmiş durumda. İhale sisteminde 190’dan fazla istisna maddesi yer alıyor. Bu kadar istisna olan bir sistemde kuralın ne olduğundan söz etmek bile imkânsız hale geliyor.
2023 yılında yapılan kamu alımlarının yaklaşık %38’i doğrudan temin ya da pazarlık usulüyle yapılmış. Oysa Avrupa Birliği ortalamasında bu oran %7. Türkiye’de bu oran sistemin içini boşaltıyor.
İstisna maddeleri kaldırılmalı, doğrudan temin oranı toplam harcamaların %5’i ile sınırlandırılmalı, tüm ihaleler açık usulle yapılmalı. İhale komisyonlarının kimlerden oluştuğu anonim kalmamalı, çıkar ilişkileri kamuya açık bir şekilde sorgulanabilir hale gelmeli.
İkinci olarak, tüm kamu kurumlarının harcama, ödeme ve ihale süreçleri tek bir dijital platformda toplanmalı. Bu birleşik kamu harcama portalı vatandaşın, basının ve STK’ların erişimine açık olmalı.
Estonya’da olduğu gibi, vatandaş hangi kurumun ne aldığına, ne zaman aldığına, kaça aldığına, kimin kazandığına, önceki yıllarla karşılaştırmalara ulaşabilmeli. Bu sistem yalnızca bilgi sunmamalı, aynı zamanda analiz edilebilir veri yapısı barındırmalı. Yani platform, gazetecilerin, akademisyenlerin, araştırmacıların kullanabileceği türden olmalı. Bu sistemle desteklenen bir yapay zekâ risk analizi aracı geliştirilmeli.
Bir alımın benzer işlemlere göre fahiş olması, tedarikçi firmanın başka kamu ihalelerinde aynı personelle temsil edilmesi, ihale şartnamesinin rekabeti sınırlayan bir dil içermesi gibi durumlar algoritmalarla tespit edilip Sayıştay’a raporlanmalı. Sayıştay bu raporları kamuoyuna açıklamalı, ilgili kurum yanıt vermekle yükümlü olmalı.
Bunun yanında yeni bir anayasal kuruma ihtiyaç var: Kamu Harcamaları İzleme Kurulu. Bu kurul yürütmeden değil, doğrudan TBMM’ye bağlı çalışmalı. Üyeleri üniversiteler, barolar, gazetecilik meslek örgütleri ve meslek odaları tarafından belirlenmeli. Bu kurul yılda bir kez “Türkiye Kamu Şeffaflık Raporu” yayımlamalı. Bu raporda her bakanlık, her belediye, her ajans bir “şeffaflık skoru” ile değerlendirilmelidir. Skorların nasıl hesaplandığı açık olmalı, bu skorların kamuya duyurulması anayasal güvenceye bağlanmalıdır.
Elbette tüm bunlar için en büyük sorun siyasal iradedir. Şeffaflık konusundaki en yaygın savunma şudur: “Her bilgi halka açıklanamaz.” Bu savunma 1980’lerin güvenlikçi devlet refleksidir. Oysa bugün bilgiye ulaşamamak, güvensizliği büyütür. Şeffaflık sistemi yavaşlatmaz, bilakis kurumsal verimi artırır. Şeffaflık korku değil, özgüven üretir. Siyasetçilerin hesap vermekten korkmadığı, bürokratların denetlenmekten rahatsız olmadığı bir sistem; ancak bu topraklarda yeniden güven inşa eder.
Bu öneriler bir siyasi parti programı değil, bir nesil sözleşmesinin parçasıdır. Çünkü artık mesele sadece bütçeyi yönetmek değil; devlete olan inancı yeniden inşa etmektir.
Türkiye’nin teknolojisi, insan kaynağı, potansiyeli ve toplumsal enerjisi vardır.
Hasılı, yapması gereken tek şey, kendisine engel olmaktan vazgeçmesidir.
Almanların gerçek bir ordusu olması demek ya yeni bir Bismark’a ya da yeni bir Hitler’e fırsat doğacak demek.
Tahmin edebileceğiniz üzere iki muhtemel senaryonun da sonu dünya savaşı ile biter.
Avrupa’nın yabancılar tarafından istila edildiği, Rus tehdidi karşısında zayıf kaldığı bir dönemde Almanya’ya gerçek bir ordu kurdurmanın ve diğer Avrupa ülkelerini silahlanmaya mecbur bırakmanın sonucu başka bir şey olamaz.
Pentagona göre ABD dünyanın jandarması olmanın ağır masrafından kurtulurken önce silah sanayisi ile sonra da çıkması muhtemel savaş esnasında savaşa katılmayarak tüm sanayi ve teknolojisi ile çok iyi paralar kazanacak.
Savaş sonrası kazanılacaklar cabası.
Bu arada sıcak savaş çıkmasa da ikinci bir soğuk savaş vakası bile yaşansa ABD’ye yeter. Yine muazzam bir servet ele geçirilecek.
Acayip derecede korkunç bir plan.
Başta Almanya’nınki olmak üzere Avrupa’da gerçek ordular kurulursa ya da güçlendirme faaliyetleri hızlanırsa Almanya ve Fransa arasında yine liderlik kavgası başlayacak. İşin kötüsü bu defa Çin de işin içinde. İşin içine ordusuyla değil de o da sanayi ve teknolojisi ile girecek olursa yine dengeler değişiyor.
Çok zor bir problemle karşı karşıya kalmak üzereyiz.
Benim anlayışımla Kuran-ı Kerim en temelde insanlara,
Allah’ın peygamberleri aracılığıyla gönderdiği mesajların çeşitli insanların para, güç, makam, şöhret hırslarından ötürü değiştirilerek halkların kandırıldığını,
Dinlerin değiştirildiğini ve sonucunda o toplumlarda zalimliklerin ortaya çıktığını anlatıp, ardından Allah’ın yeni bir peygamberi vazifelendirip mesajı en berrak haliyle yeniden gönderdiğini,
Her defasında mesajın o toplumun bozukluğundan istifade eden zalimlerin hoşuna gitmediğini,
Mesajın taşıcılarıyla savaşa giriştiklerini,
Sonunda muhakkak, zaman zaman peygamberleri bile öldürmeyi başarsalar dahi başlarına inanılmaz belaların gelmesiyle helak olduklarını,
Bu hikayenin benzer formlarda farklı topluluklarda defalarca tekrarladığını,
Çünkü para, güç, makam, şöhret arayanların ilk dini kullandıklarını/ya da sistemleri bozulmasın diye yalanlar olduklarını,
İnsanların çoğunun da kendilerinin varoluş sebebinden bile bihaber oldukları için bunların safında olduklarını, en azından belki korkudan belki işlerine geldiklerindem onlara karşı ses çıkarmadan kulaklarını tıkadıklarını,
Bu kötü kölelik sisteminin dünyaya hakim olmaması için bu kısır döngünün kırılması gerektiğini,
İnsanın bu dünyadaki asli vazifelerinden birinin “bu döngülerin yıkılmasında ve adalet üzerine yaşayarak/yaşatarak bir daha kurulamamasında aktif görev almak, gerekirse bu uğurda can almak/can vermek” olduğunu,
Bahsi geçen para, güç, makam, şöhret peşinde olanların böylesine ilahi bir projeye şeytanla olan münasebetlerinden ötürü karşı olduklarını,
Bunların asla iman edemeyeceklerini,
Bu duruma gelmelerinde nefislerini terbiye etmemelerinin en büyük pay sahibi olduğunu,
Nefsini terbiye edemeyenin geçici dünya hayatı ve onun yalancı süsleri için şeytanın askerlerine dönüştüğünü,
Bunları ya (herkesin kendi anladığı mesajı anlamak ve doğru adımları atmak için ilahi bir rehbere ihtiyaç olduğunu,
Bunun her şeyin yaratıcısı ve tek sahibi olan Allah’tan başkasının yönlendirmesi olamayacağını,
Bizzat bu Kitap’ın onun kelamı olduğunu ve rehberlik için yanımızda olduğunu,
Bu kitabı “yaşayarak öğreten” Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu,
Bu toplumların başına gelen ve yukarıda geliş süreci tarif edilen musibetlerin makro planda tekrarlanmaması ve sonlandırılması için Kitab’ın ve dolayısıyla peygamberin iyi anlaşılması gerektiğini,
Bunca hikayeden ibret çıkarılması gerektiğini,
Aynı duruma düşmemek ve düşülen şartların işini kolaylaştırdığı şeytan’a oyuncak olup kötü bir dünya hayatından sonra sonsuz azab mekanı cehenneme atılmamak için Kitab’a ve Peygambere sarılınması gerektiğini,
Bu esnada da verdiği tüm nimetler için Allah’a şükredilmemesi gerektiğini,
Böylesine zorlu bir sınavda kendisini koruması için Allah’tan koruma arz edilmesi gerektiğini,
Allah’ın yarattıkları üzerine ve Allah’ın Kitap’ta özellikle paylaştığı olaylar üzerine düşünüp Allah’ı tanımaya çalışmamız,
O’na şükretmemiz, sadece O’na ibadet etmemiz, sadece O’ndan yardım dilememiz gerektiğini,
Allah’ın varlığına, birliğine, her şeyin tek sahibi olduğuna, her şeye gücünün kadir olduğuna, her türlü noksandan münezzeh olduğuna inanmamız gerektiğini,
Bizden başka varlıklar da yarattığını (melekler,cinler), insanoğluna Peygamberleri aracılığıyla mesaj ilettiğini,
Önceki mesajların değiştirilip tahrif edildiğine, bu Kitap’ın ise son kitap olduğuna ve Allah tarafından korunacağına inanmamız gerektiğini,
Fakat bunun “kimse bunu denemeyecektir” anlamına gelmediğini, “başaramayacaktır” anlamına geldiğini anlamamız gerektiğini,
Bu yüzden sürekli Kitap’ı okumamız ve ayetler üzerine düşünmemiz, onları iyi anlamamız gerektiğini,
Aksi takdirde diğer peygamberlerin getirdiği mesajları menfaatleri uğruna birilerinin değiştirmeye/manipüle çalıştığında onlarla başa çıkamayacağımızı ve kendimizi düşüncesiz, sadece atalarından öyle gördükleri/duydukları için öyle yaşayan toplumlar gibi kalabalıkların peşinden sürüklenebileceğimizi,
Ve tabi ki, İslam’dan önce gelen dinleri bozanların bizzat o dinlerin din adamları olduklarını
İfade edip sosyal ve iktisadi hayatımızı düzenleyen kurallarla(emir/yasak) beraber Yaratıcı ile O’nun izni dahilinde kurulması muhtemel en uygun münasebetin nasıl ortaya geliştirileceğini ortaya koyuyor.
Tüm bunlarla beraber ilk emrin “OKU” oluşunu düşünmek de apayrı bir güzellik…
Ahirete ve sonsuz hayata inandığını ifade edip Müslüman olan bir insanın, o dinin kitabını okumaması yani Yaratıcısı olduğuna inandığı gücün mesajını bir kere merak edip açıp bakmaması açıklanabilir türde bir zeka ürünü faaliyeti değil.
Yaratıcı’ya, Alemlerin Rabbi Allah’a ne denli büyük bir saygısızlık olduğunu da ayrıca siz düşünün…
Kuran’ı okumazsak Müslümanlar olarak düştüğümüz ve 4 asırdır debelendiğimiz bu çukurdan çıkma şansımız yok.
Birlik olmamamızın asıl nedeni de bu zaten. Her İslam ülkesinde bir şekilde Müslümanlar’ın Kuran’ı kendi dillerinde okuması bir şekilde engelleniyor.
Kuran’ın okuyalım diye indirildiği ayın hatırına. Bir kez olsun okuyalım. Ardından azıcık düşünelim…
(Not: Meşhur meallerle başlamak güzeldir. Zamanla sosyal medyada dine bakış açılarını beğendiğiniz kişilerin meallerini de okuma isteği başlıyor. Bunlardan hemen sonra da kelime kelime çeviri mealler aramaya başlıyor insan. Daha çok düşünüyor.
İşte bu düşünce çalışmaları da insanın Yaratıcısıyla O’nun izni dahilinde uygun bir şekilde münasebet kurabilmesi adına son derece önemli hale geliyor…)
ABD Para Birimi Denetleyici Ofisi (OCC), kripto varlıklara ilişkin yeni düzenlemeler kapsamında bankalara tarihi diyebileceğimiz geniş yetkiler tanıdı. Son yayınlanan yorum mektubuyla (interpretive letter), federal düzeyde denetlenen bankaların önceden onay almaksızın kripto para saklama hizmeti sunabileceği, belirli stablecoin faaliyetlerinde bulunabileceği ve blokzinciri ağlarında doğrulayıcı düğüm (node) olarak yer alabileceği açıklandı . Bu, OCC’nin önceki yönetiminin getirdiği “önce denetçiye danış” şartının kaldırıldığı anlamına geliyor . Yani bankalar, gerekli risk kontrollerine sahip oldukları sürece, kripto işlerine girmek için artık ilave bir bürokratik onay sürecine tabi olmayacaklar.
OCC’nin geçici başkanı (Acting Comptroller) Rodney E. Hood, yapılan değişikliğin teknolojiden bağımsız olarak bankacılık faaliyetlerine tutarlı bir yaklaşım getirdiğini vurguladı. Hood’a göre “bugünkü adım, bankaların kripto ile ilgili faaliyetlere katılma yükünü azaltacak ve bu faaliyetlerin, altında yatan teknoloji ne olursa olsun OCC tarafından tutarlı şekilde muamele görmesini sağlayacak” . OCC, bankaların yeni sayılabilecek bu hizmetlerde de geleneksel faaliyetlerindeki gibi sağlam risk yönetimi kontrollerine sahip olmalarını beklediğini özellikle belirtti . Nitekim OCC, kripto konusunda 2023 yılında yaptığı ve bankaların kripto kaynaklı likidite risklerine dikkat çektiği uyarı açıklamasını da geri çekerek önceki endişelerinde belirgin bir yumuşamaya gitti . Bu teknik düzenleme detaylarıyla birlikte ABD’li bankalar, kripto varlık saklamadan stablecoin ihracına kadar uzanan geniş bir yelpazede resmen yetkilendirilmiş oldu.
Bankalara tanınan bu yeni yetkilerin ABD finans sistemi üzerinde köklü etkileri olabilir. Öncelikle, kripto paraların ve dağıtık defter teknolojilerinin (DLT) geleneksel bankacılık altyapısına entegre olması hızlanacak. Bu sayede bankalar, müşterileri için dijital varlık saklama (custody) hizmeti vererek ve ödemelerde stablecoin kullanarak yeni ürünler geliştirebilecekler. Örneğin bir banka, müşterisinin kripto paralarını güvenli bir şekilde saklayıp sigorta altına alırken, diğer yandan uluslararası bir ödemeyi kendi çıkardığı bir dolar destekli stablecoin ile anında gerçekleştirebilecek duruma gelebilir. Bankaların blokzincir ağlarına doğrudan bağlanarak ödeme işlemleri onaylaması, finansal altyapıda 7/24 gerçek zamanlı ödeme imkanını yaygınlaştırabilir. OCC’nin belirttiği üzere, stablecoin’ler bu bağlamda çek veya elektronik ödeme sistemleri gibi sıradan bir ödeme aracı işlevi görebilir . Nitekim OCC, yayınladığı rehberde halka açık blokzincirlerin SWIFT, ACH veya FedWire gibi küresel finansal ağlarla aynı statüde olduğunu vurgulayarak bu teknolojiyi ABD finansal altyapısının resmi bir parçası haline getirmiş oldu .
ABD içindeki bu dönüşüm, küresel piyasalarda da dalga etkisi yaratacaktır. Amerikan bankalarının kriptoyu benimsemesi, dünya genelinde dolar bazlı dijital varlıkların kullanımını artırabilir. Uzmanlar, dolar destekli kripto paraların (stablecoin’lerin) yaygınlaşmasının uluslararası ödemelerde dolar kullanımını kolaylaştıracağını ve ABD dolarının rezerv para statüsünü güçlendirebileceğini belirtiyor . Bu gelişme, küresel finans piyasalarında ABD’nin liderliğini pekiştirebilir. Örneğin, bugün birçok kripto borsasında ve DeFi uygulamasında ABD doları referanslı stablecoin’ler temel işlem birimi haline gelmiş durumda. ABD’li bankaların da bu alana girmesiyle birlikte, bu stablecoin’lerin hacmi ve meşruiyeti daha da artacak, muhtemelen küresel kripto piyasalarının toplam büyüklüğü üzerinde büyüme yönünde ciddi bir etki yaratacaktır. Nitekim 2024 yılı sonuna gelindiğinde küresel kripto para piyasa değeri yaklaşık $3,2 trilyon ile 2021 zirvesini aşmış bulunuyordu . Bitcoin de Kasım 2024’te $93.000 sınırını geçerek tarihî rekorunu yeniledi . Bu hızlı büyüme, ABD’de daha dostane bir düzenleyici iklim olacağı beklentisinin yatırımcılarca çoktan fiyatlandığını gösteriyor . Kısacası, ABD finans sistemindeki bu açılım, küresel rekabette ülkeye avantaj sağlarken diğer finans merkezlerini de benzer adımlar atmaya zorlayabilir.
Yeni düzenlemelerin en çarpıcı boyutlarından biri, stablecoin ve blokzinciri entegrasyonunun hız kazanacak olması. Stablecoin’ler, değeri genelde geleneksel para birimlerine (örneğin ABD doları) sabitlenmiş dijital paralar olarak, kripto dünyası ile fiat para sistemi arasında köprü işlevi görüyor. Bankaların stablecoin ihraç edebilmesi veya bu token’ları ödeme aracı olarak kabul etmesi, finans sektöründe iş yapış biçimlerini değiştirebilir. Örneğin bir bankanın dolar destekli kendi stablecoin’ini çıkardığını düşünelim: Müşteriler bu dijital doları tıpkı nakit para gibi kullanabilir, anında başka bir bankaya transfer edebilir veya akıllı kontratlar yoluyla programlanabilir ödemeler yapabilir. Bu durum, hem bireysel hem kurumsal müşteriler için ödemelerde hız ve kesintisiz işlem olanağı anlamına geliyor. Bugüne dek blokzincirlerin dışında tutulan bankacılık sistemi, artık bu ağlara doğrudan dahil olarak sınır ötesi ödemelerde aracısız ve düşük maliyetli bir alternatif sunabilecek.
Stablecoin entegrasyonunun bir diğer sonucu da, merkeziyetsiz finans (DeFi) uygulamaları ile geleneksel finans kurumları arasındaki engellerin azalması olacak. Bankalar stablecoin kullandıkça, müşterileri blokzincir tabanlı kredi, sigorta, türev gibi ürünlere daha kolay erişebilecek. Böylece finans sektöründe yenilikçilik ivme kazanabilir ve bankalar da bu yeniliklere aracılık eden güvenilir platformlar haline gelebilir. Bank of America gibi büyük oyuncular bu alanda şimdiden pozisyon alıyor: Bank of America, tamamen ABD doları karşılığında desteklenecek kendi stablecoin’ini çıkarmak için çalışmalara başladı ve düzenleyici onay sürecini başlattığını duyurdu . CEO Brian Moynihan, kripto varlıkların ödeme işlemlerinde kullanılmaya hazır olduğunu, yeter ki düzenleyici belirsizliklerin giderilmesi gerektiğini vurgulayarak “bu dönüşüme öncülük etmek istiyoruz” şeklinde konuştu . Büyük bir bankanın stablecoin çıkarması, dijital ödeme sistemleriyle tam uyumlu yeni bir finansal enstrümanın sektöre kazandırılması demek. Böylece stablecoin’ler, birebir rezerv karşılığıyla ve düzenli denetimlerle ihraç edilerek geleneksel finansal sistemin güvenilir bir uzantısı haline gelebilir. Nitekim ABD’de tartışılan “Guiding and Establishing National Innovation for U.S. Stablecoins (GENIUS) Act” tasarısı, $10 milyar üzeri stablecoin ihraç eden kuruluşların Fed ve OCC denetimine tabi olmasını, tüm stablecoin’lerin birebir dolar karşılıkla rezerv tutulmasını ve rezervlerin aylık denetlenmesini şart koşuyor . Bu tür bir yasal çerçevenin hayata geçmesi, stablecoin entegrasyonunun bankacılık sistemi içinde güvenli ve sürdürülebilir şekilde gerçekleşmesini sağlayacaktır.
Stablecoin ve blokzinciri entegrasyonu, finans sektöründe verimlilik ve kapsayıcılık alanlarında da dönüşüm yaratabilir. Örneğin, sınır ötesi para transferleri bugün SWIFT gibi ağlar üzerinden günler alırken, bankalar arası kullanılacak bir stablecoin ile saniyeler içinde tamamlanabilir. Bu özellikle gelişmekte olan ülkeler arası havalelerde devrim etkisi yapacaktır. Ayrıca dijital dolar gibi stablecoin’ler, bankacılık sistemine erişimi olmayan kesimler için cep telefonundan kullanılabilecek güvenilir bir değer saklama ve ödeme aracı sunabilir. Böylece finansal kapsayıcılık artarken, nakde alternatif dijital paralar yaygınlaşacaktır. Elbette tüm bu dönüşümün sorunsuz gerçekleşmesi için rezerv yönetimi, siber güvenlik ve operasyonal dayanıklılık konularında güçlü düzenlemeler ve denetimler gerektiği de açıktır . Aksi halde stablecoin’lerin bir anda geleneksel sistemi bozabilecek riskler yaratması da mümkün. Bu nedenle, entegrasyon süreci ilerlerken otoritelerin hem inovasyonu teşvik etmesi hem de gerekli güvenlik ağlarını örmesi kritik önem taşıyor.
4 Ocak 2021 akşamı Bitcoin ve Ethereum fiyatlarında hızlı bir yükseliş yaşandı (TradingView verileri). Büyük yatırımcılar, belirsizlikleri gideren bu tür düzenleyici adımları genellikle olumlu fiyatlıyor. Özellikle OCC’nin ilk açıklamalarının geldiği Ocak 2021’de, Ethereum haberin etkisiyle anında %12’ye yakın değer kazanırken Bitcoin yaklaşık %5 yükseldi . Bitcoin fiyatı o hafta $32.500 seviyesinin üzerine çıkarak yeni bir eşiği test etti . Santa Monica merkezli Blockhead Capital’den Justin Yashouafar, uzun süre gelen olumsuz haberlerin ardından “stablecoin ve blokzincir entegrasyonuna izin veren pozitif düzenleyici haberlerin yatırımcıları memnun ettiğini” ifade etti . Gerçekten de, bu haber kripto piyasalarındaki genel havayı değiştirdi ve sadece Bitcoin ile Ether değil, Algorand ve Solana gibi stablecoin altyapısını destekleyen altcoin’lerde de fiyat artışları görüldü .
Kurumsal yatırımcı cephesinde ise, düzenleyici netlik geldikçe kriptoya yönelim hızlanıyor. 2020’de başlayan kurumsal ilgisi 2021 boyunca katlanarak arttı; bu dönemde birçok halka açık şirket ve fon portföylerine Bitcoin ekledi. Örneğin MicroStrategy şirketi 2020-2021 arasında 100 binden fazla Bitcoin’i stratejik rezerv olarak satın alarak dikkat çekti. Yine 2021 başlarında Tesla’nın $1,5 milyarlık Bitcoin alımı yapması manşet olmuştu. Bu tür adımlar, büyük oyuncuların kriptoyu meşru bir yatırım varlığı olarak görmeye başladığının sinyalini verdi. Bankalar tarafında da hareketlilik vardı: Morgan Stanley ve Goldman Sachs gibi devler varlıklı müşterilerine Bitcoin fonları sunmaya başlarken, BNY Mellon gibi köklü bir banka doğrudan dijital varlık saklama hizmeti vereceğini duyurdu. Piyasadaki bu kurumsal kabul artışı, fiyatlara da yansıdı. 2021 boyunca toplam kripto piyasa değeri $2 trilyonu aşarken 2021 Kasım’ında Bitcoin’in piyasa değeri tek başına $1 trilyon sınırını geçerek tarihe geçti. Sonraki yıllarda düzenleyici ortam dalgalansa da kurumsal ilgi kalıcı olmayı başardı. 2022’de yaşanan sert piyasa düşüşleri (TerraUSD çöküşü, FTX skandalı gibi) bile, uygun görüldüğü takdirde kripto varlıkların uzun vadede portföylerde yer alacağı inancını tamamen sarsamadı. Nitekim 2024’te küresel düzenleyici havanın iyileşmesiyle kripto piyasaları yeniden canlandı; Bitcoin 2024 içinde değerini ikiye katlayarak $90.000 sınırına yaklaşırken Ethereum da $3.000 üzerine çıktı . Özellikle ABD’de beklenen olumlu regülasyonlar ve hatta bir Bitcoin ETF’nin onaylanması ihtimali, milyarlarca dolarlık yeni kurumsal girişe zemin hazırladı. Kasım 2024 sonrasında spot Bitcoin borsa yatırım fonlarına (ETF) net $4 milyarın üzerinde para akışı oldu ve bu alımların önemli kısmının geleneksel finans kurumlarından geldiği belirtildi . Tüm bu veriler, büyük oyuncuların kripto piyasalarına artık kayıtsız kalmadığını ve düzenleyici netlik oldukça pozisyonlarını güçlendirdiklerini gösteriyor. Güncel olarak Bitcoin fiyatı $85.000 bandına yakın seyrediyor ve toplam kripto piyasası hacminin yaklaşık üçte birine tekabül eden Bitcoin, “dijital altın” tezini kurumsal onayla birlikte adeta pekiştirmiş durumda.
Çin, kripto para ekosistemine karşı katı bir tutum alarak finansal istikrarını koruma yolunu seçti. Eylül 2021’de Çin Halk Bankası (PBoC), ülkedeki tüm kripto para işlemlerini yasakladığını duyurdu . Resmî gerekçe olarak kripto paraların yasa dışı faaliyetleri finanse etmede kullanılması ve spekülatif doğasıyla ekonomik istikrara tehdit oluşturması gösterildi . Ancak perde arkasında, Çin’in sermaye kaçışını önleme hedefi de bu hamlede önemli rol oynadı; zira kripto paralar ülkenin sıkı sermaye kontrolünü aşmak için kullanılabiliyordu . Sonuç olarak Çin, kendi finansal sistemini kripto risklerinden yalıtırken, eşzamanlı olarak dijital yuan (e-CNY) adlı merkez bankası dijital para birimini geliştirmeye odaklandı. Çin hükümeti dijital yuanı ülke içinde yaygınlaştırarak vatandaşlarına kontrollü bir dijital ödeme alternatifi sunuyor ve sınır ötesi pilot projelerle dijital yuanı uluslararası ticarette de kullanmayı hedefliyor. Bu strateji, bir yandan kripto paraların gölgesini finans sisteminden uzak tutmayı, diğer yandan da blockchain teknolojisinin avantajlarını devlet kontrolünde değerlendirmeyi amaçlıyor.
Çin’in aksine, diğer büyük ekonomiler tamamen yasaklamak yerine kripto varlıkları düzenleme ve sisteme entegre etme yolunu seçiyor. Avrupa Birliği (AB), uzun müzakerelerin ardından 2023’te onayladığı MiCA (Markets in Crypto-Assets) düzenlemesiyle kapsamlı bir çerçeve oluşturdu. MiCA, 2024 sonlarından itibaren yürürlüğe girerek stablecoin ihraççılarından kripto hizmet sağlayıcılarına kadar geniş bir yelpazede lisans ve sermaye şartları getiriyor . Özellikle büyük stablecoin’ler için sıkı rezerv zorunlulukları (%100 birebir nakit veya likit varlık karşılık) ve günlük işlem hacmi kısıtları (transaction cap) gibi hükümler, Avrupa’nın finansal istikrarı koruma kaygısını yansıtıyor. Bu yönüyle AB, stablecoin regülasyonunda küresel standartları şekillendirmeye talip. Japonya da benzer şekilde 2022’de çıkardığı bir yasayla stablecoin ihraçlarını bankalar ve kayıtlı tröst şirketleriyle sınırlandırıp, yatırımcı korumasını artırıcı önlemler aldı. İngiltere ise kriptoyu yasaklamaktan ziyade Londra’yı bir kripto merkezi yapma hedefiyle stablecoin’leri tanımlayan ve bunların ödeme aracı olarak kullanılabilmesini mümkün kılan düzenlemeler hazırladı. Singapur ve Hong Kong gibi finansal merkezler de kripto şirketlerine lisans vererek ve saklama/rezerv kurallarını belirleyerek yenilik ile risk dengesi kurmaya çalışıyor .
Elbette bu stratejilerin temelinde, bir tarafta inovasyon yarışında geri kalmama isteği, diğer tarafta ise finansal egemenliği ve yatırımcıyı koruma kaygısı var. ABD’nin hamlesi sonrasında küresel rekabet yeni bir boyuta taşınabilir: Amerikan bankalarının hakim olduğu bir stablecoin ekosistemi küresel ödemelere yayılırsa, diğer ülkeler kendi para birimlerini dijitalleştirip uluslararası kullanımını teşvik etme yoluna gidebilir. Örneğin Çin, dijital yuan projesini “Kuşak Yol” ülkelerine yayarak doların hakimiyetine meydan okumak isteyebilir. AB, dijital euro çıkararak Avrupa içinde USD tabanlı stablecoin kullanımını sınırlamayı tercih edebilir. Uluslararası kuruluşlar (G20, IMF, Finansal İstikrar Kurulu gibi) ise muhtemelen stablecoin’ler konusunda evrensel ilkeler belirleyerek düzenlemeler arasındaki uyumu sağlama çabasına gireceklerdir. Sonuç olarak, ABD’nin kripto atağı karşısında diğer büyük ekonomiler ya benzer yeniliklere kucak açarak rekabete dahil olacak ya da kendi alternatiflerini geliştirerek para politikası ve piyasa denetimini elde tutmaya çalışacaktır.
Bankacılık ve kripto dünyasının iç içe geçmeye başlaması, beraberinde çözülmesi gereken kritik soruları da getiriyor. Finansal istikrar, bunların başında geliyor. Regülatörler uzun süredir stablecoin’lerin ve kripto varlıkların geleneksel finansal sisteme yaratabileceği riskleri tartışıyor. Özellikle stablecoin tarafında, eğer bu dijital varlıklara olan güven sarsılır ve toplu satışlar yaşanırsa, bunların destekleyicisi olan bankalardan ani mevduat çekilişleri yaşanabileceği endişesi var . Gerçekten de 2022’de TerraUSD stablecoin’inin çöküşü, piyasada “bankaya hücum” benzeri bir panik yaratmış ve milyarlarca dolar buharlaşmıştı. Böyle bir senaryonun büyük bir dolar stablecoin’inde yaşanması halinde, bu coin’i destekleyen rezervlerin tutulduğu banka ya da fonlarda zincirleme iflas riski oluşabilir. OCC, yeni kurallar getirse de bu risklere karşı bankaların likidite yönetimine azami dikkat etmesi gerektiğini, kripto ile ilgili faaliyetlerin de denetime tabi olacağını net biçimde belirtiyor. Kısacası, stablecoin’lerin finansal sistemde oynayacağı rol büyüdükçe, bunların tam rezerv ile çalışması, şeffaf denetimi ve gerektiğinde merkez bankasından likidite desteği alabilecek yapıda olması gerekebilir – tıpkı para piyasası fonlarının düzenlemelerle gözetim altında tutulması gibi.
Regülasyon riskleri de göz ardı edilmemeli. Mevcut durumda OCC’nin yorum mektubu bankalara yeşil ışık yakmış olsa da, kalıcı bir yasal çerçeve oluşana dek bu alan gri bölgede kalmaya devam edecek. ABD’de kriptoyla ilgili kapsamlı yasaların Kongre’den geçmesi hala gündemde ve siyasi rüzgârlar tersine dönerse bugün verilen hakların yarın kısıtlanması olası. Nitekim OCC’nin önceki yöneticileri döneminde verilen bazı izinlerin, sonraki yönetimlerde ek onay şartına bağlandığına şahit olmuştuk. Düzenleyici netliğin tam sağlanamaması, yatırımcılar ve sektörde faaliyet gösteren şirketler için belirsizlik anlamına geliyor. Örneğin bir banka yüksek maliyetle kripto altyapısı kurduktan sonra kural değişirse, bu hem finansal kayba yol açar hem de piyasada güven erozyonu yaratır. Ayrıca farklı ülkelerin düzenlemelerinin uyumsuz olması da arbirtaj ve risk transferi sorunlarını doğurabilir. Bir ülke sıkı denetlerken diğeri gevşek davranırsa, kötü niyetli aktörler zayıf halkayı kullanarak global çapta zarara yol açabilir. Bu nedenle, uluslararası koordinasyon ve standartların uyumu uzun vadede kritik olacaktır.
Son olarak, yatırımcı güvenliği meselesi var. Kripto paralar, yüksek volatilite ve dolandırıcılık riskleri barındıran yeni bir varlık sınıfı. Bankalar aracılığıyla daha geniş kitlelere ulaşırken, küçük yatırımcıların korunması önem kazanacak. 2022’de yaşanan büyük borsa iflaslarında (örneğin FTX) görüldü ki, şeffaf olmayan yapılarda kullanıcı fonları kötüye kullanılabiliyor ve denetim yoksa yatırımcılar bir gecede tüm birikimlerini kaybedebiliyor. Bankaların devreye girmesi bu açıdan olumlu; zira kurumsal risk yönetimi, iç denetim ve uyum süreçleri sayesinde müşteri varlıklarının çalınması veya kaybolması ihtimali azaltılabilir. Ayrıca bankaların müşteriye karşı sorumlulukları, kripto platformlarına kıyasla çok daha yüksek standartlarla belirlenmiştir. Ancak bu, her riskin ortadan kalkacağı anlamına gelmiyor. Kripto yatırımları FDIC sigortası kapsamında değil; bir banka iflas ederse geleneksel mevduatlar sigortalı olsa da, bankanın emanette tuttuğu Bitcoin sigortalanmış değil. Keza stablecoin’ler mevduat kabulü sayılmadığından, bunların da devlet güvencesi olmayacak – güven, ihraç eden kurumun rezervlerine ve şeffaflığına bağlı kalacak. Bu noktada düzenleyicilere düşen, yatırımcılara ürünlerin risklerini net anlatacak şeffaflık kurallarını ve piyasa disiplinini sağlamak. Örneğin, stablecoin ihraççılarının düzenli bağımsız denetim raporları yayımlaması, müşterilere her an 1:1 itfa imkanı sunması ve rezerv kompozisyonunu şeffaf şekilde açıklaması gibi uygulamalar zorunlu hale getirilerek güven tesis edilebilir .
Ayrıca, kripto piyasalarında piyasa manipülasyonu, insider trading gibi konular da geleneksel piyasa gözetim araçlarının kriptolara uyarlanmasını gerekli kılıyor. SEC ve CFTC gibi ABD kurumları halihazırda bu alanda vaka bazında müdahalelerde bulunsa da, henüz kripto varlıklara özgü kapsamlı bir yatırımcı koruma düzeni geliştirilmiş değil. Bu nedenle, bankalar kripto işine girdikçe yasaların da güncellenmesi ve gölge bankacılık benzeri risklerin önlenmesi gerekecek. Aksi takdirde, regüle kurumların dışında kalan alanlarda (örneğin merkeziyetsiz borsalar veya yurt dışı platformlarda) büyük kayıplar yaşanırsa, bunun itibarı bankalara da yansıyabilir ve genel güven sarsılabilir.
Sonuç olarak, ABD’nin yeni kripto düzenlemelerle bankalara tanıdığı geniş yetkiler finans sektöründe bir dönüm noktası niteliğinde. Bu adım, bir yandan ABD’yi dijital finansın liderliğine taşırken diğer yandan finansal istikrar ve güvenlik konusunda yeni ödevler getiriyor. Stablecoin ve blockchain entegrasyonu sayesinde ödemelerden uluslararası ticarete kadar pek çok alanda verimlilik artışı ve doların dijital hegemoniyası bekleniyor. Kurumsal yatırımcıların ilk tepkileri olumlu ve piyasalar şimdiden bu düzenlemelerin getireceği büyümeyi fiyatlamış durumda. Ancak başarının sürdürülebilmesi için hem ABD içinde sağlam bir yasal zemine kavuşmak hem de küresel ölçekte düzenleyici uyum ve iş birliği sağlamak kritik olacak. Çin gibi büyük ekonomilerin farklı stratejileri, dijital para rekabetini kızıştırsa da, nihayetinde güven veren ve yeniliği teşvik eden bir finansal ekosistem kurulabilirse yatırımcı güveni güçlenecek. Dijital dönüşümün bu yeni aşamasında, kefenin hangi yanının ağır basacağını regülasyonların kalitesi ve piyasaların bu çerçevede göstereceği disiplin belirleyecek.
Yakın zamanda Ukrayna’nın neden savaşı uzatması gerektiğini anlatan yazımdan sonra tam da Fransa’nın ne zaman ön plana çıkacağını düşündüğüm bugünlerde Macro’nun sözleri sürecin çok da uzamayacağının kanıtı oldu.
Kimilerine göre tarihin, Avrupa’da dönüp dolaşıp liderlik fırsatını yeniden Fransızlara sunduğu bir dönemde geçiyoruz.
Amerika’yı paramparça edecek olan güç ya birilerinin iddia ettiği üzere yaşlı kıtaya yeniden bir küresel liderlik fırsatını sunacak ya da benim düşündüğüm gibi onu da tamamen tarihten silmek için bir kusursuz bir yol inşaa edecek.
Yukarıdaki satırlardan anlaşılacağı üzere ben ne geniş anlamda Avrupa’ya ne de özel de Fransa’ya zerre şans verileceğine inanmıyorum.
Bir devrimin ortaya çıkması için ne kadar anarşi gerekiyorsa önce ona yetecek kadar yıkım yaşayacağız.
Bir önceki yazımda ifade ettiğim üzere, AB’nin oyuncağı, Yahudi Lobilerinin arka bahçesi Ukrayna’nın başındaki şarlatanı Deli’nin karşısına çıkardılar ve eşi benzeri görülmemiş bir diplomatik rezaletin yaşanmasıyla ateşkes beklentileri suya düştü.
Günlerdir bu iş bitti, ateşkes olacak, ABD Ukrayna’nın madenlerine çökecek hikayesi anlatılırken birden bambaşka bir noktaya geliverdik.
Bu arada önemli bir bilgi paylaşalım. ABD’ye peşkeş çekileceği iddia edilen 400 milyar dolarlık nadir metallerin çıkarılması şu an için hiç karlı bir faaliyet olmadığı gibi o madenlerin bulunduğu toprakların hemen hemen tamamı Rusların işgal ettiği bölgede.
Her neyse…
Netice itibariyle Trump denen herhangi bir tam teşekküllü hastaneden akıl sağlığı raporu alması mümkün olmayan adam ile şarlatanın dünya diplomasi tarihinin yüz karası olan bu tiyatro boşuna ve plansız şekilde sergilenmedi…
Dünyanın başı belada… Belanın derecesi de her geçen gün yükseliyor.