“Ahlaki değerlerinin yozlaşması durumunda, varlık ve kaynak şartları ne olursa olsun, hiç bir toplum meşru yollarla iktisadi açıdan refaha ulaşamaz. Bunun sonucu olarak bir çoğu iktisadi esarete sürüklenip sömürülürken az bir kısmı da gaddarlıklarıyla, sürdürülebilir olmamakla beraber, acımasız birer sömürgeciye dönüşür.”
ABD’yi dünyanın patronu yapan acı gücünün tamamlayıcısı ve sürdürülebilir hale getirilmesinin en önemli destekçisi olan yumuşak gücünün en önde gelen aktörü Hollywood’u bile cayır cayır yaktılar…
Yaklaşık 300 milyar dolarlık bir zarardan bahsediliyor. 2023 yılındaki bankacılık krizinden 750 milyar dolarlık tahvillerdeki faiz artışlarından kaynaklanan zararı sokacak delik bulamayan ABD şimdi bir de bu yıkımla karşı karşıya.
10 yıllık tahvillere inanılmaz faiz ödemeleri birer birer kapıya sıralanırken hiç durmadan artan hükümet borçlanması tavan tanımadan yükselmeye devam ediyor.
Dot.com krizinden Afganistan ve Irak’a savaş açarak parasal genişlemeyle kurtulmaya çalışan ABD 2007/2008 krizinde ve pandemi krizinde de aynı yöntemi denedi. Netice itibariyle bu süreçte 1 trilyon dolar bile olmayan M1 para arzı bugün itibariyle 18 trilyon doları aştı. Hasılı korkunç bir para para basma süreci yaşandı ve tüm dünyaya enflasyon ihraç ederek kendilerini her defasında bir süreliğine borçlanarak kurtardılar.
36 trilyon dolara ulaşan hükümet borçlarının artık ödenme şansı kalmadı. Ya yeni bir olayla kriz bir şekilde ötelenecek ya da artık ABD tahtından tekme tokat indirilecek.
Trump, uçurumun kenarındaki ABD’ye başkanlığa hazırlanırken koltuğundaki bombanın ciddiyeti çerçevesinde çok dramatik sonuçlar oluşturacak hamlelerle ilgili açıklamalar yapmaya devam ede dursun, ABD’yi bu uçuruma taşıyan küreselciler hiç durmaksızın yeni oyunlarına yönelik adımlarını atmaya devam ediyorlar.
Kötü günlerin daha kötü günleri kovaladığı bu süreçte Türkiye’nin nerede konuşlanacağı çok önemli. Sağlam bir mevziye ihtiyaç var. Ekonomi de bu savunmanın en önemli silahı olmak zorunda. En kötü günlere ne yazık ki pek de hoş olmayan bir zaman aralığında yakalandık.
Çok acil pozisyon almalı ve artık tüm milletimize dünyadaki gelişmeleri ve ülkemize bakan taraflarını açıkça anlatmak zorundayız. Vatandaşlarımızın ne olup bittiğini anlayamadığı yüzlerinden çok net okunuyor. Acil bir durumla karşılaşıldığında bu süreci anlatmak ve buna göre pozisyon almak mümkün olmayabilir.
2025 gerçekten tüm dünya için çok zor bir yıl olacak….
Ekonomide bazı önemli gelişmeler vardır ki manşetlerde karşılaşmak pek mümkün olmaz. Satır aralarına gizlenmiş o gelişmeler çoğu zaman küresel dengeleri bile alt üst edecek kadar güçlüdür.
Son günlerde Londra’da yaşanan sessiz ama etkili bir hareketlilik, tam da bu türden bir sinyal veriyor.
Son gülerde İngiltere Merkez Bankası’nın kasalarından binlerce külçe altın hızla çekiliyor.
Bu gelişme yalnızca fiziksel bir transfer değil, aynı zamanda küresel ekonomideki güven krizinin açık bir göstergesi.
Kimileri için altın çekmek basit bir envanter değişimi gibi görünebilir. Ancak altının olduğu yerde mesele asla sadece metal değildir. Bu hareket, küresel ekonominin derinlerinde kaynayan bir güvensizlik dalgasının su yüzüne çıkmış hali.
Peki, bu sessiz paniğin arkasında ne var?
Neden şimdi? Ve daha da önemlisi, bu gelişme bize ne anlatıyor?
İngiltere Merkez Bankası’ndan külçe altınların hızla çekilmesinin ardındaki en önemli faktör, ABD Başkanı Donald Trump’ın ikinci döneminde ticaret politikalarında daha sert bir tutum sergileyeceği yönündeki beklentiler. Trump’ın ithalata yönelik yeni vergi uygulamalarını hayata geçireceği ihtimali, uluslararası ticaret aktörlerinde ciddi endişelere yol açtı.
Bu durum altın gibi güvenli liman varlıklarına olan talebi artırdı. Londra’daki külçe altın teslimat slotlarının neredeyse tamamen dolduğu ve Bank of England’ın fiziksel altın teslimatlarında yoğun bir talep baskısıyla karşı karşıya kaldığı bildirildi. Bu yoğunluk, yalnızca bireysel yatırımcılardan değil, büyük merkez bankaları ve kurumsal yatırımcılardan da kaynaklanıyor.
Ancak Londra’dan çıkan altınlar bir yere gidiyor ve bu yer ağırlıklı olarak ABD’nin finansal merkezleri. Özellikle Manhattan’ın derinliklerinde bulunan depolara son dönemde olağanüstü miktarda altın sevkiyatı yapılıyor. Günlük bazda yarım milyon ons gibi devasa miktarlarda fiziksel altın teslimatlarının gerçekleştiği bildiriliyor.
Söz konusu gerçeklik küresel finansal piyasalarda altına olan talebin ne denli arttığını ve yatırımcıların geleneksel rezerv merkezlerinden çıkarak daha güvenli gördükleri bölgelere yöneldiğini gösteriyor.
2024 yılının ortalarından itibaren başlayan bu hareketlilik, yılın son çeyreğinde hız kazandı ve 2025’in ilk aylarında adeta bir fırtınaya dönüştü. Bu dönemde, fiziki altın rezervlerinin hızla azaldığı, Londra kasalarının neredeyse boşaltıldığı ifade ediliyor. Bu durum yalnızca Londra ile sınırlı değil; Avrupa’nın diğer finans merkezlerinde de benzer eğilimler gözlemleniyor. Altın, güvenli liman olarak yeniden ön plana çıkarken, yatırımcılar ve merkez bankaları, altınlarını daha stratejik lokasyonlara taşımayı tercih ediyor.
Bu süreçte dikkat çeken bir başka gelişme ise altın piyasasındaki faiz oranlarının yükselmesi oldu. Özellikle Londra’da kısa vadeli altın borçlanma maliyetlerinde sert bir artış yaşanıyor.
Bir aylık altın leasing faiz oranı yüzde 5 seviyesine kadar çıkmış durumda. Bu oran, yakın geçmişte yüzde 1-2 seviyelerinde seyrederken böylesine keskin bir yükselişin yaşanması, piyasada ciddi bir arz-talep dengesizliğinin ve likidite krizinin habercisi.
Altını Londra piyasasında ödünç verenler, bu faiz oranıyla yüksek getiri elde edebiliyor. Bu da piyasada altına olan talebin ne kadar yoğun olduğunu gösteriyor.
Altın borçlanma maliyetlerindeki bu artış, piyasalarda güven eksikliğinin ve nakit akışındaki tıkanıklıkların açık bir göstergesi. Finansal kuruluşlar, altın varlıklarını ödünç almak için daha yüksek faiz ödemeye razı geliyor. Bu durum, piyasada yeterli fiziksel altın bulunmadığının ve finansal aktörlerin risk yönetimi açısından fiziki altına olan ihtiyaçlarının arttığının bir işareti.
Bu noktada 2024 yılına baktığımızda, merkez bankalarının altın alımında rekor seviyelere ulaştığını görüyoruz. Dünya Altın Konseyi’nin verilerine göre, 2024 yılında merkez bankalarının toplam net altın alımları 1.044,6 ton olarak gerçekleşti. En fazla altın alımı yapan merkez bankası 89,5 ton ile Polonya olurken, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) 74,8 ton net alımla ikinci sırada yer aldı. Hindistan Merkez Bankası ise 72,6 ton altın alarak üçüncü sırada yer aldı. Bu alımlarla birlikte TCMB’nin toplam altın rezervi 615 tona ulaşarak Türkiye’yi dünya sıralamasında 11. sıraya taşıdı. Merkez bankalarının bu agresif alım stratejisi, küresel ekonomik belirsizliklerin ve güven eksikliğinin ne kadar derinleştiğinin bir diğer göstergesi. Özellikle Türkiye ve Polonya gibi ülkelerin altın rezervlerini artırma hamleleri, sadece ekonomik değil, aynı zamanda stratejik bir önlem olarak değerlendiriliyor.
Bu gelişmelerin ABD borsalarına olası etkileri de oldukça önemli. Özellikle altın gibi güvenli liman varlıklarına yönelimin artması, hisse senedi piyasalarında volatiliteyi tetikleyebilir. Yatırımcılar riskli varlıklardan çıkıp güvenli liman arayışına girdiklerinde, bu durum Dow Jones, S&P 500 ve Nasdaq gibi endekslerde sert düşüşlere yol açabilir. Özellikle finans sektörü hisseleri, bu tür belirsizliklerden en fazla etkilenen alanlar arasında yer alıyor. Bankaların likiditeye erişim maliyetleri arttıkça, kârlılıkları üzerinde baskı oluşabilir. Ayrıca, altın fiyatlarındaki hızlı yükseliş, enflasyon beklentilerini artırarak ABD Merkez Bankası’nın (Fed) para politikası üzerinde baskı yaratabilir. Bu da faiz artırımı beklentilerini güçlendirebilir, ki bu durum borsa üzerinde ek bir baskı unsuru haline gelir.
ABD’deki şirketler açısından bakıldığında, özellikle altına dayalı ETF’ler ve madencilik şirketleri bu süreçten olumlu etkilenebilirken, finansal kurumlar ve borçlanmaya dayalı iş modelleri olumsuz etkilenebilir. Likidite krizine dair artan endişeler, kredi piyasalarında daralma riskini beraberinde getirir. Bu da hem tüketici harcamalarını hem de şirket yatırımlarını olumsuz etkileyerek ekonomik büyüme üzerinde aşağı yönlü bir baskı yaratabilir.
Bugün Londra’nın kasalarından çekilen altınlar, aslında küresel ekonominin görünmez dengesini temsil ediyor. Finansal sistemde işler yolunda gidiyorsa kimse altınını kasadan çıkarmaz. Ama işler ters gidiyorsa, o kasalar hızla boşalmaya başlar. Belki de şu soruyu sorma zamanı: Altın kasaları boşalırken, biz gerçekten neyi kaybediyoruz? Sadece birkaç ton metal mi, yoksa küresel ekonominin bel kemiği olan o görünmez güven ağını mı?
Unutmayın, altının gerçek değeri sadece gramında değil, sakladığı güvende yatar. Ve eğer güven çekiliyorsa, ortada bir sorun var demektir. Sessiz ama derin bir sorun…
Trump’ın imzaladığı cinsiyet, iklim, İsrail’e silah satışı, göçmenler ve daha bir çok meseleye ilişkin sert değişiklikler içeren kararnamelerin şoku ve Dünya Ekonomik Forum’unda yaptığı konuşmayla gerçekleştirdiği meydan okuma sonrası herkes yeni dönemde büyük değişiklikler beklerken, Open IA ve Oracle’ın müthiş yapay zeka yatırımıyla Çin ile yarışta önemli bir pozisyon almaya çalışan ABD’yi geçen hafta piyasaya sürülen Deepseek büyük hayal kırıklığına uğrattı.
ABD borsalarında 1 trilyon dolarlık kayba neden olan Çin’in hamlesi, şimdiden yarışta ABD’ye kök söktüreceğinin en büyük kanıtı olmuş durumda.
Malumunuz Nvidia, son iki yıldır çiplerinin yapay zeka teknolojisinin belkemiği olarak görülmesiyle yapay zeka hisse senetlerinde bir patlamaya öncülük etmişti. Kaliforniya merkezli çip firmasının hisseleri geçen hafta Deepseek’in ortaya çıkışı sonrası piyasa öncesi işlemlerde %10 düşüş yaşadı.
Çin ile ABD arasında Tayvan’ı mücadele sahasına dönüştüren çip üreticisi firma TSMC’ye eşi benzeri olmayan çipleri üretmesinde ekipmanlarını sağlayan Hollanda merkezli ASML’nin hisseleri de %11 değer kaybetti.
Yarışta ABD’nin elindeki en büyük kozlar olan bu firmaların sarsılması stratejistlerin şimdiden her şeyi en baştan planlamalarını gerektiren önemli bir işaret.
Trump, günden güne gücünü kaybeden ve hızla dünyanın patron koltuğundan uçuruma sürüklenen ABD’yi aldığı etkili kararlarla şok tedavisine sokmaya çalışırken en çok yapay zekadan faydalanmak istiyor. Fakat daha oyunun başında “stargate” isimli 500 milyar dolar bütçeli 27 veri merkezi kuruluşana ilişkin çılgın projesini açıklar açıklamaz Çin’den tokat hükmünde bir karşı hamle görünce işlerin ilerleyen dönemde hepten karışacağı ve kıyasıya bir rekabetin başlayacağı anlaşılmış oldu.
Evet, insanlar ilerleyen dönemde yapay zekanın insanlara ne fenalıklar yapabileceğini tartışırken aslında en büyük meseleyi gözden kaçırıyorlar. Yapay zeka bize ne yapacak diye düşünmenin aslında bir sonraki aşamanın sorusu olduğunun kimse farkında değil. İlk sorulması gereken soru aslında “yapay zekayla insanın insana ne yapacağı?”
Soğuk Savaş dönemi boyunca taraflar nasıl nükleer silahlanma yarışına girdiyse bu yeni versiyonda da mesele yapay zekayı silaha dönüştürmek ve bu silahla karşı tarafı esir alana kadar mücadele etmek olacak gibi gözüküyor. Hasılı dünya yeniden bir soğuk savaş dönemine giriyor.
Bu arada “Biz neredeyiz? Ne yapıyoruz? Bu yeni döneme ne kadar hazırız?” diye sormak ve bu sorular çerçevesinde pozisyon almak kendi adımıza en önemli vazifeler olarak karşımızda duruyor…
DeepSeek AI'ı denemek istedim (ÜCRETSİZ)
Saatlerdir başından kalkamıyorum.
Diğer ÜCRETLİ AI modellerinin hata yaptığı şeyleri sordum, hepsi doğru çıkıyor.
– Excel data analizi – Kod yazdırma – Veriye dayalı strateji testleri
Türkiye her geçen gün OVP’nin 2024 yılı için belirlediği hedeflerin daha da imkansızlaştığı bir koridora doğru koşar adım ilerken, eldeki veriler de şimdiden 2025 yılı beklentilerini sorgulatmaya başladı.
Yıl sonu enflasyonun hedefe ulaşması için 6. aydan yılsonuna döviz kuru sepetinde %1’den fazla artış yaşanmamalıyken, temmuzda %1,4’lük, ağustosta %3’lük ve eylülde %1,7’lik artışlarla karşılaştık.
Kurun alttan böylesine desteklenmesi spekülasyoncuların da risksiz para kazanmalarına neden oldu ki bu da apayrı bir problem.
Bu artışların en büyük kaynaklarından biri Merkez Bankası’nın kurun düşmesine müsaade etmeden alım yapması oldu. Şüphesiz burada iyi bir rezerv biriktirme hedefinin yanında dövizdeki düşüşlerden zarar gören ihracatçının korunması amaçlandı. Fakat işler artık öyle bir hale geldi ki bir yeri düzeltmeye çalışırken başka bir taraf bozuluyor.
Son altı aylık periyotta PMİ verilerindeki düşüşten (1 ayda 4 puan düşüş oldu. Pandemiden bu yana en dramatik düşüş gerçekleşti) imalat sanayisinin ve dolayısıyla ihracatın büyük yara aldığını zaten görüyorduk. Durum böyle olunca bu dönemde dövizin ucuzlamasına müsaade edilmemesi çok normal fakat bu durum belirtildiği üzere bu defa enflasyonla mücadelenin sakız gibi uzamasında büyük önem arz ediyor.
Diğer yandan hammadde fiyatları nedeniyle sanayici çok ciddi zorluklar yaşadığından ithalatımız önemli küçülmelere sahne oldu. Bu da şartlar değişmezse ihracatımızın sürekli halde azalacağı anlamına geliyor.
Yani kur düşse ayrı dert, düşmese ayrı…
Anlayacağınız o ki, 2025’te OVP’de planlanın aksine küçülmeyle karşı karşıya kalma ihtimalimiz her geçen gün kuvvetleniyor.
Bu küçülmede dolar bazında çok rakiplerimize göre çok yüksek olan asgari ücretin de büyük payı olacak.
Türkiye’de hedeflenen %4’e varan büyümeler gerçekleştiğinde ayrı bir enflasyon oluşturacakken (ancak %2,5’luk bir büyüme enflasyon oluşturmuyor) şimdi de küçülmeyle karşı karşıya kalma ihtimali belirdi ki bu çok normal. Çünkü uygulanan politika ancak büyümeden ve istihdamdan feragatle işe yarayan bir özelliğe sahip.
Hasılı bu pencereden bakılınca aylardır uygulanmaya devam eden ekonomi yönetiminin programı ne yazık ki her geçen gün inandırıcılığını kaybediyor.
Kabul etmek gerekir ki gerçekten zor bir dönemden geçiyoruz.
Dünya genelinde gıda enflasyonunun ateşlendiği, Ortadoğu’da dengeleri bozan çatışmaların en acımasız şekilde devam ettiği, kritik bir ABD başkanlığı seçiminin yaklaştığı, Çin gibi devasa bir ekonominin gayrimenkul krizi nedeniyle yeterli büyümeyi yakalayamadığı, deflasyonla boğuştuğu ve ekonomiyi tüketimle ısıtmakla beraber borsasını ayakta tutmak (iki haftada borsada %30 yükseliş yaşatacak kadar büyük bir destek) için devasa paketler açıkladığı bir dönemdeyiz.
Tabi ki en büyük ticaret partnerimiz olan AB ekonomisinin amiral gemisi Almanya’nın, bir önceki yazımda detaylıca ifade ettiğim üzere Çin ile olan ticaret rutininin bozulması sebebiyle başının belada olduğu bir dönemde olmamız da bizleri Çin’deki ekonomik gelişmelere karşı çok hassas kılıyor…
Unutmamak gerekir ki Çin’in 5 trilyon dolarlık emlak piyasasında yaşanan kriz gayrimenkul fiyatlarını %40 aşağıya çekmiş durumda. Bu 2 trilyon dolarlık bir servetin yok olması demek. Bu rakamın Çin ve dünya ekonomisi için ne anlama geldiğini iyi tahlil etmek ve ona göre plan yapmak lazım. Her ne kadar bizler için çok büyük bir rakam olan 260 milyar dolarlık bir piyasayı canlandırma paketi açıklasalar da 2 trilyon dolarlık zararla karşılaştırınca henüz sadece kepçe-kaşık ilişkisinin yeni başladığını açıkça görmek lazım.
Dönelim Türkiye için beklentilere; ekonomide bunsan sonra bizi ne bekliyor?
Aslında ekimde yayınlanacak enflasyon rakamları tablo bundan sonrası için ciddi derecede netleştirecek. Yukarıda anlattıklarımı değiştirecek bir mucize olmazsa mevcut denklem her geçen gün daha zorlaşacak.
Bu yıl için hedeflerin tutmasını artık pek mümkün görmemekle beraber şaşırtıcı deredede uzak sonuçlar almayacağımızı tahmin ediyorum.
Diğer yandan gelecek yıl için enflasyonun %20’nin altında, bütçe açığının %3 civarında olacağına yönelik yapılan son açıklamaların ne yazık ki mümkün olmadığından eminim.
Süreci bu hedeflere taşıyacak toplam üç enstrüman var yöneticilerin elinde.
İlki para politikası ki, artık faizleri artırmanın mümkün olmadığı bir sürece girdik. FED faiz indirimleri Temmuz da konuşulmaya başlandığında gözler bizim merkez bankamıza dönünce ısrarla bunun yapılmaması, dayanacak yer kalmadıysa en az 2 ay farkla yapılması gerektiğini ifade etmiştim.
Bana kalırsa kesinlikle indirim yapılmamalı.
Halihazırda programa destek için kullanılamayan para politikası bu defa bize silah olarak dönecektir. Ancak ve ancak Çin’den çok daha büyük paketlerin geldiği ve bu arada da ABD’nin önden yüklemeli faiz indirimleri yaptığı bir dönemde faiz indirimleri başlamalıdır.
Gelelim yönetimin elindeki ikinci enstrümana: Maliye politikası.
Aylardır başta ücretliler, memurlar ve emekliler olmak üzere vatandaşın canını sıkan maliye politikalarının toplam hedefi 200 milyar TL’lik kaynak oluşturmaktı. Fakat enflasyondan en çok canı yanan bu insanların Şirketlere yapılan özel muameleyi her gün özellikle sosyal medyada görmesiyle homurdanmaya başlaması ve Syn. Şimşek’in bu alanda gerçekleştirmeye çalıştığı çalışmalara iş dünyasından büyük direnç gelmesi sonrası bu enstrümanda kullanılamaz hale geldi.
Her ne kadar Syn. Şimşek kayıtdışı ile mücadele konusunda kararlı olsa da buradan planladığı oranda gelir üretmesi için 1 trilyon TL’den fazla kayıtdışı işlem tespit edilmesi lazım ki o da imkansız.
Gelir tarafında bu sıkıntılar yaşanırken gider tarafına bakınca karne daha da kötü hale geliyor. 7. ve 8.aylarda bütçesini bitiren kurumların taşındığı bir bütçeden yani kamu kurumlarından toplamda tasarruf mümkün olmadığı gibi taleplerini karşılamak için borçlanmalar devam ediyor.
Geriye kaldı tek bir enstrüman: Gelirler ve ücretler…
Ülkemizde 12 milyon asgari ücretli ve 16 milyon emekli var.
Açlık sınırının 19,830 TL olduğu düşünüldüğünde; eğer hala enflasyonun talepten kaynaklandığı iddia edilip,çözüm olarak şirket ve servet sahipleri bir yana bırakılıp hayatta kalmaya zorlanan vatandaşlara programın beklentileri dahilinde %17,5 ila %20 bandında enflasyon zammı yapılırsa. %17,5’ u geçen her rakam bu 28 milyonun fakirlemesine neden olacağı gibi bu maaşlardan tasarruf imkanı olmadığından üstüne bir de enflasyon oluşturarak programı sekteye uğratacak.
Hasılı OVP’nin ne 2024 ne de 2025 açısından artık başarılı olması mümkün değil. Üstelik son paragrafta ifade ettiğim zam oranlarını böylesine yapışkan hale gelmiş bir ortamda seçmenin de kabul etmesi mümkün değil.
Yani?
Ardı ardına sıralanan bazı olaylar silsilesi bizi 2025’te seçime götürebilir. Bu durumda da OVP daha öncekilerin başına geldiği gibi rafa kalkar. Seçim ekonomisi başlar. Seçim ekonomisi için aktörlerin değişmesi gerekir.
Türkiye’de adı konmamış bir gelenekle hep bir içeriden borçlanan bir de dışarıdan borçlanan ekonomi yönetimleriyle karşılaşırız.
Gelenek bozulmazsa (zaten ekonomi bu durumdayken seçim ekonomisi için dışarıdan borçlanma mümkün olmayacağından ya da çok maliyetli olacağından) içeriden borçlanan bir yönetim görebiliriz.
Dua edelim ki işler bu noktaya gelmesin. Çünkü faizleri düşmesiyle başkayacak bir seçim ekonomisi süreci 1,5 yıldır çektiğimiz sıkıntıların heba olmasının yanında 2021’de başlayan heterodoks girdabına geri dönmemiz anlamına gelir.
O zaman ne yapmalı?
Acilen ekonomiden sorumlu bakanlığın koordinasyonu ve tartışmasız yönetiminde her bakanlık tarafından ayrı ayrı fiyatlardaki yükselişi engelleme ve diğer ilgili bakanlıklara aynı göreve yönelik faaliyetlerini destekleme adına net planlarını içeren kampsamlı aksiyon planları hazırlanmalı ve enflasyonla mücadele programı 2025 için bu planların takvimlendirilmesi ile en baştan hazırlanmalı.
Her bakanlığın faaliyetleri için ve özellikle her güçlü ekonominin olmazsa olmazı yargı sistemi için hızla hukuki ve yapısal reformlar hayata geçirilmeli.
En acil şekilde kamu kurumlarındaki yöneticiler için, parlementer dönemde olduğu gibi meslek içinden yetişecek şekilde tasarlanan kariyer planlarına uygun olarak gözden geçirilmeli ve çok hızlı şekilde liyakat merkezli olarak gerekli atamalar yapılmalı.
Son olarak da dünya çağında kriterler açısından akademik değerini kaybeden ya da akademik değeri hiç var olmayan üniversitelerin, hızla yeni bir yükseköğretim kanunu çerçevesinde sanayiye, ticarete, finansa, sanata, edebiyata hizmet ve danışmanlık eden bir hüviyete kavuşturulması için adımlar atılmalı…
Türkiye bunları yapmak için adım attığında dahi ekonomi açısından inanılmaz bir sıçrama yaşar.
Bunları yapmadan para, maliye, ücret politikalarıyla enflasyonla mücadeleyi başarmak ve yıllar içinde müreffeh bir ülke olma hedefine ulaşmak mümkün değil.
Nereden mi biliyorum?
Bugün enflasyonu maksimum %10’lara ulaşıp oradan geri dönen ülkeler, kişi başı milli geliri en yüksek olan ülkeler, dünyanın her yanından en zeki insanların yaşamak istediği ülkeler, dünyanın en değerli markalarının sahibi olan ülkeler, dünyanın işçi ve emeklilerinin en mutlu olduğu ülkeler işte bu saydıklarımı yapmayı başaran ülkeler….. Oradan biliyorum…
(Not: Dua edelim ki Çin parasal genişlemeye dünyanın başına bela olmadan devam edebilsin ve İsrail delirip İran’ın bırakın nükleer tesislerini vurmayı, petrol üretim merkezlerini dahi vurmayı aklından geçirmesin. Aksi halde haziran 2008’de 140 dolarlara varan petrol fiyatları uçuşa geçtiğinde Çin’in hiç şansı kalmaz ki bu da artık kıyamet senaryosunun yani 3.Dünya Savaşı’nın tetikleyicisi olur.)
Bob Woodward’ın Maestro/ FED, Greenspan ve Amerikan Ekonomisi isimli kitabı, ABD faizlerinin 100 yılın zirvesine fırladığı dönemde FED’ in başında olan Volcker’den sonra Reagen’ın ikinci döneminde göreve gelen Greenspan’ın kendinden açıkça faizleri düşürmesi beklenirken en başta enflasyon tehlikesi nedeniyle faizleri artırmak zorunda kalıp sonra Baba Bush döneminde resesyon beklentileri kuvvetlenip de bankaların batma çizgisine gelmesi üzerine bu defa da düşürerek ekonomiyi canlandırmaya çalıştığı dönemde yaşanan gerilimlerle başlıyor…
Hakikatten de müthiş zorlu bir sınav. Tam bir sinir savaşı. Greenspan bildiği yolda öylesine kararlı ve kusursuz diplomatik manevralarla yürüdü ki, sonunda tüm dünyaya kendini siyasi düşmanlarına da dahil olmak üzere takdir ettirmeyi başardı.
Fed’ in başında 18,5 sene geçirerek bu makamda en uzun süre oturan ikinci başkan ve birincisinden çok daha güçlü bir otorite oldu. Cumhuriyetçi Reagen ile başladığı görevine Baba Bush, demokrat Clinton ve oğul Bush döneminde devam etti.
Greenspan yönetimindeki Fed, Haziran 2004`de, dot.com Krizi ve 11 Eylül sonrası oluşan devasa para arzının getirdiği enflasyon sebebiyle faiz artış trendine girdi. 1,5 yıllık süre zarfında 14 kez çeyrek puan faiz artırım kararı aldı. ABD`de kısa vadeli faizler 2004 yılı haziran ayında tarihin en düşük seviyelerinde, %1 düzeyinde bulunurlen 79 yaşındaki Greenspan 14. artış kararıyla faizleri 4,5’a çekti ve ardından emekli oldu.
Kim bilir, belki son yıllarında kontrolden çıkan bankaların yarattığı balonunu ve yaklaşan Mortgage tsunamisini görmüştü. Ortalık karışmadan hazır tüm okyanusların eşsiz amirali muamelesi gördüğü bir zaman aralığında yaptığı hataların faturası masaya konmadan sıvışmak istemişti.
Belki de 2008’de itiraf ettiği üzere bunu sonradan anlamıştı. Kongre’de yaptığı bir konuşmada, “Hata yaptım” demişti. Özel sektörün kontrolsüz bir ortamda riski yönetebilme yeteneğini yanlış değerlendirdiğini itiraf etmişti…
Belki sırf yaşlandı diye onurlu bir şekilde evine yollanmıştı.
Belki de Asya Krizi, Körfez Krizi, dot.comKrizi, 11 Eylül, Irak Savaşı gibi bir sürü zorlu yamacı aşmayı başardıktan sonra bir tanesiyle daha uğraşmaya kalan ömrünü heba etmenin mantıklı olmadığını anlayıp köşesine çekilmişti.
Ne olursa olsun önündekilerden hiç birine nasip olmadığı gibi kendinden sonra da hiç kimseye nasip olması kolay kolay mümkün olmayan bir tecrübe ve şöhret makamına ulaşmıştı. Efsane olarak kayıtlara geçti. Halk, iş dünyası ve piyasalar onca alevli tartışma ve eleştiriye rağmen her zaman onun sözüne itibar etti ve kararlarına bir şekilde saygı duydu.
Greenspan’a böylesine müthiş bir kariyer yaşatan iki temel kaynak güç vardı. Birincisi son derede soğuk kanlılıkla kullandığı iletişim yeteneği ikincisi ise kendisine özel, çok meraklısı olduğu detaylı veri inceleme ve anlamlandırma yöntemiydi.
Birincisi işinin çevresindeki aktörleri yönetmeyi ikincisi ise en doğru verilerle en iyi ölçümleri gerçekleştirmesi suretiyle etkili planlar yapmasını, hatasız yol haritaları oluşturmasını sağladı.
Yani doğru verilerle doğru çıkarımları yapabilen, etkili planlar ortaya koyabilen, doğru iletişim kanallarını oluşturarak da planlarının önündeki engelleri ortadan kaldırabilen, ani gelişmelerin oluşturduğu zor durumlarda planlarını koruyabilen ya da kontrolü elinde tutabileceği yeni planlar yapabilen bir liderdi.
Bu iki yetenek onu zirveye taşımıştı. Hem Cumhuriyetçilerle hem de Demokratlarla, ABD ekonomisinin en belalı zaman aralığında uyumla çalışmayı başarmıştı. Üzerinde faiz indirimi baskılarının da faiz artışı eleştirilerinin de yükünü senelerce taşımış, ne olursa olsun her defasında kendi planını uygulayı başarmıştı.
Peki biz de işler nasıl yürüyor? Böylesine güçlü iletişimli, doğru verilerle çalışmak için can atan ve diplomatik yeteneğiyle tüm odakları bir şekilde planının küçük ya da büyük bir parçası haline getirebilen kimseler var mı ekranlarda?
Halkla iletişimde sürekli sınıfta kalınıyor. Siyasilerle ekonomi iletişiminde ardı ardına hata yapılıyor. Bu arada yabancılarla iletişim ise ne hikmetse en iyi olduğumuz alan….
Artık gerçekten kafamız karışıyor.
Bir ülkede halkla helalleşip kolkola girilmeden, omuz omuza gelemeden enflasyonla mücadele mümkün değildir. Önce halkı ikna gerekir. Çünkü bu işten en büyük zararı gören ve netice itibariyle de faturayı ödeyen halk olacaktır. Halkı bu faturayı ödemeye iknanın yolu da kamuda tasarruftan ve ihtiyaçların yükünün adil bölüşülmesinden (adil vergi) geçer. Bu ikisinden biri dahi eksik olsa o başarı gelmez.
Benim gibi, bir ihtimal ABD’nin son gelen verilerinin de iyi olmasını bahane edip artık çok zorlandığı faiz indirimine direnme sürecini bitireceğini ve 31 Temmuz’da ilk indirimin yapılabileceğini düşünenler için şu son on gün çok heyecan verici oldu.
Önce Çin’de 40 bankanın buharlaşıp büyük bankalarca satın alması haberine şaşırdık. Adeta sessiz sedasız, Çin’in kendi kredili konut üretimindeki problemlerden oluşan ve devasa bir küresel krize dönüşmesi kuvvetle muhtemel olan bir badire Amerikanın 2008 yılındaki büyüklerin batıkları alması yöntemiyle (şimdilik!) atlatıldı.
Üstüne bir de finansal sistemdeki gelişmelerden ve devletin sert tutumundan çılgıncasına korkan halk koşa koşa gidip devlet tahvili aldı. Bir anda Çin devleti yarı yarıya ucuza borçlanma şansı elde etti. Tam da önceki bir yazımda belirttiğim üzere tam da başta Çin olmak üzere tehlikeli rakiplerinin Amerikan tahvillerini geri postaladığı ve yeterince tahvil alıcısı bulamadığından türlü oyunlarla kendi tahvillerini satın almak zorunda kaldığı, dünya savaşından söz edilen inanılmaz kritik bir dönemde…
Dedim ya, benim gibi düşünen bir grup insan Çin’de bunlar yaşanmadan önce “faiz indirilmek zorunda Amerika çok kötü bir koridora düştü. Ya savaşla ya da başka bir şeylerle büyük olayların eşiğine gelmek üzere ve en nihayetinde parasal genişlemeye gitmek zorunda….” diye yazıp çiziyorken üstüne bir de bu gelince “acaba ne olacak” diye pürdikkat kesildik. Derken bu defa başka bir şok geldi.
Trump’a yönelik gerçekleştirilen suikast meselelere tarif ettiğim pencereden ya da yakın açılılarından bakanlar için çok farklı bir muhtemel olaylar silsilesinin hayali yolunu açtı kafalarda. Ama asıl sorulması gereken “şimdi ne olacak?” sorusundan ziyade “başarsalar neler olurdu?” sorusu… Özellikle de ekonomi alanında…
FDIC’nin ABD’de 63 Bankanın batabileceğini ve 300 milyar dolarlık kredinin temerrüte düşebileceğini söylediği bir dönemde….
60 milyondan fazla Amerikalının devletin gıda yardımlarıyla ayakta kalabildiği bir zamanda…
S&P 500’ün 2022’den buyana performansının %44’ü Nvidia’dan geldiği. ve devasa bir balona dönüştüğü bir zaman aralığıda.
Trilyonlarca dolarlık tahvil borçlarının kapıda beklediği bir koridorda…
Üstelik bu son ikisi için olmazsa olmaz miktarsal genişlemenin yapılamadığı bir anda…
Neler olurdu acaba suikast başarılı olsaydı?
Tüm bunlarla beraber Teksas ve Kaliforniya’nın yarın salsalar bağımsızlık isteyeceğini de unutmadan düşünelim bu soruyu…
Az kalsın unutuyorduk! Çin ve Rusya ile olan bazen ayrı ayrı bazen iç içe geçen bir kavgada var kapıda…
Her neyi başaramadıysalar başka bir yolla çok daha sert şekilde deneyecekleri kesin.
Buraya kadar suikastin kaynağını hep menfaati ya da en azından rahatı karşı tarafta olanlarda arayarak düşündük.
Ya kaynak içerideyse?
O zaman işler çok değişir.
Her şeyin çok ani gelişeceği ve hiç kimsenin tek sahnesini dahi tahmin edemeyeceği yepyeni bir senaryo başlar…
Çünkü olay tamamen şans eseri kurtulmaya benziyor. Bu da tiyatronun, Biden’ı koltuğunda tutmak isteyenlere değil de Trump’ın yedeği her kimse onu başkan yapmak isteyenlere ait olduğu anlamına gelir.
Gel de çık işin içinden…
Gelelim baştaki faiz indirimi meselesine. Rakamlar resmiyette ne kadar tatlı gelirse gelsin ABD gözle görülür bir resesyonun içerisinde . Sadede ABD değil, tüm dünya…
GDP’si 20 trilyon dolarlarda gezinip kamu borçları 30 trilyon doları aşmış, faizleri birkaç sene öncesine göre 10 kata kadar fırlamış bir ABD’nin bizim yaşadıklarımızdan da ağır bir kriz yaşamadan ringden kaçması mümkün değil.
Devasa balona dönmüş o borsalardaki hikayenin kabusa dönüşmemesi için artık daha fazla yakıtq, yani para girişine ihtiyacı var. Bu faizle o miktarsal genişleme mümkün değil. Bu genişlemenin merkezinde de en başta konut kredileri var . Tüm ticari kredilerin akışkanlığı tüm dünyada en çok konut kredileriyle ilişkilidir. Konut olmadan, borç tabanlı yani para üretilmesi için önce borç üretilmesi gereken kısmi rezerv bankacılığı sistemi yolculuğuna devam edemez.
Düşürseler seri halinde indirimler geleceğinden paraları pul olacak, çok büyük bir enflasyon dalgasıyla karşılaşacaklar. Rezerv paraya sahip olma gücünü, yani en güçlü atom bombalarından daha etkili bir silahı seneler içinde de olsa sonunda muhakkak kaybedecekler.
Düşürüp enflasyon oluşturmak suretiyle borçlarını sırtından atmasalar bu defada artık moratoryum hızla kapıya yaklaşacak.
Hadi ordan amma da abarttın diyenler vardır. Canları sağ olsun. Ne yazık ki benim penceremden olaylar böyle gözüküyor. Umarım yanılıyorumdur. Çünkü böylesine tehlikeli bir “kırk katır mı, kırk satır mı?” hikayesi, dünyanın en ücra köşelerinde ormanlarda, dağlarda yaşayan gelişmemiş kabileleri bile en ağır şekilde etkileyecek derecede benzersiz bir trajediyi insanoğluna tattırmak üzere…
Birkaç gündür bir otomobil devinin ülkemize yapacağı 1 milyar dolarlık (doğrudan yabancı yatırım sınıfındaki) yatırım hepimizin dilinde. Otomobil üretiminde dünyaya kendini ispat etmiş sanayimiz için önemli olduğu kadar oluşturacağı istihdam ve diğer dışsal faydalar açısından da kritik derecede olumlu bir gelişme. Hele ki dünyada tüm ünlü ekonomistlerin iktisadi açıdan bir distopyanın kapısında beklediğimizi düşündüğü bir süreçte…
59.Hükümet döneminde gerçekleştirilen ve Avrupa Birliği’ne uyum süreci konulu olarak hayata geçirilen uyum paketleri ve kamu yönetimi reformları sayesinde Türkiye, başta kamu harcamaları olmak üzere kamu maliyesinde şeffaflık ve hesap verilebilirlik açısından son derece önemli ilkelerle başta AB ülkeleri olmak üzere gelişmiş dünyanın dikkatini ve ilgisini üzerine toplayıp 2003 yılında 1.7 milyar dolar olan sermaye konulu doğrudan yabancı yatırım girişini 2006 yılında 20,1 milyar dolara, 2007’de ise 22 milyar dolara çıkarmayı başarmıştır.
Fakat zaman içinde bu önemli iki ilkeden uzaklaşılmasıyla sermaye konulu doğrudan yabancı yatırımlar azalmış ve her geçen yıl artan vatandaşlık konulu gayrimenkul yatırımları çıkarıldığında 2023 yılında sermaye konulu bu rakam 7 milyar dolarlara kadar gerilemiştir.
Hasılı bugün yüzümüzü güldüren ve ekonomimiz açısından beklentilerimizde olumlu bir hava yaratan bu tip yatırımların artmasında en önemli iki kavram şeffaflık ve hesap verilebilirliktir. Özellikle de kamu maliyesinde…
Bu konu üzerine hazırlayıp savunmasını yaptığım yüksek lisans tezimle söz konusu yatırımın aynı haftaya denk gelmesi de ayrı bir tevafuk oldu.
Memlekete hayırlı olması ve bahsi geçen ilkelerin güçlendirilmesi suretiyle 2007’deki rakamların solda sıfır kaldığı seviyelere ulaşmamız duası ile…
Dünya adım adım kaosa sürüklenirken direksiyonun başındaki ABD’nin borsalarında balonlar şişmeye devam ediyor.
S&P 500’ün 2022’den buyana performansının %44’ü Nvidia’dan geliyor. 2000’deki dot.com krizi de böyle başlamıştı. Adeta yeni bir Enron Krizi olayı yaklaşıyor.
Diğer yandan ABD konut satışları tarihi dibe ulaşmış durumda. Ekonomileri türlü hikayelerine rağmen toparlanamıyor. En önemli piyasalardan biri durumundaki konut piyasasında fiyatlar düşmesine rağmen satışlar azalıyor.
Yaklaşan başkanlık seçimi de ayrı bir bela olacak gibi duruyor. Biden’ın canlı yayında ezilmesinden sonra uzun zamandır ABD’de başkanlık için populeritesi artan California Valisi Gavin Newsom veya Michigan Valisi Gretchen Whitmer’ın ağustostaki parti kongresinde Biden yerine aday olacağı herkesin dilinde. Trump karşısında da çok ciddi şansları var. Demokratların yeniden seçilmesi sürdürülemez hale gelen borçların yönetilemezliği açısından büyük sorunlar doğurabilir. Trump seçilirse bu defa borçlar ve borçları veren küreselcilerin kontrolündeki bankalar hedefe konulacak. Yani iki türlü de büyük kavgaların çıkacağı kesin.
Bankalar demişken, FDIC ABD’de 63 Bankanın batabileceğini söylüyor. Bugün itibariyle toplam 300 milyar dolarlık kredinin temerrüte düşebileceği düşünülüyor.
Sonuç olarak dünya FED’den faiz indirimi beklerken ABD’nin tekerleri uçurumun kenarında patinaj çekmeye devam ediyor.
Şimdilik ABD ve dolayısıyla dünya ekonomileri için “iyi günler çok uzakta” desek hiç de pesimist bir iddia olmaz. Adeta “her şeyin krizi” adım adım yaklaşmaya devam ediyor.
Dün akşam Dışişleri Bakanı Syn. Fidan’ın yaptığı açıklamalar sosyal medyada büyük ses getirdi. Özellikle 3.Dünya Savaşı’nın ihtimaline yönelik gelen soruya “bu senaryo/tehlike ciddiye alınmalı, böyle bir risk var” diyerek verdiği cevap muhtemelen katıldığı programdaki en önemli açıklama oldu.
Fidan benim penceremden anladığım kadarıya bu savaşın, yapay zeka ile ortaya çıkan teknolojik sıçramanın dünyayı bir devrimin eşiğine getirmesinden, bunun ekonomik rekabette çok başka bir kulvar açmasından ve bu alanda öne geçenin bir daha geri dönülemez şekilde dünya üzerinde çok uzun süre sarsılmaz bir hegemonya oluşturacağı ihtimalinin tehlikesinden kaynaklanacağını ifade etti.
Şu an önemini tam olarak kavrayamadığımız fakat çok yakın bir zamanda meselenin ciddiyetine, Tom Cruise’un başrol oyuncusu olduğu Mission Impossible serisinin son filmindeki gibi dünyayı acı bir savaşın eşiğine getirecek olan türde yapay zeka formlarının aniden ortaya çıkmasıyla varacağımız bir koridordayız.
Dünyadaki tüm gelmiş geçmiş savaşların temelinde ekonomik faaliyetler vardır. Ya bir taraf var olma mücadelesindedir ya da rakibinin elindekine sahip olma davası gütmektedir. Var olmak için de rakibin kaynaklarına el koymak için de hep ekonomi olmazsa olmazdır.
Yapay zekanın kötü formlarına hep, benim de örnek gösterdiğim üzere askeri taraftan bakıyoruz. Ya casusluk tarafı… Onlarca uygulamadan yediğimizin, içtiğimizin, giydiğimizin, merak ettiklerimizin, nefret ettiklerimizin, sevdiklerimizin, her şeyimizin ama her şeyimizin bilgisini onların yatarıcılarıyla kendi isteğimizle paylaşıyoruz.
Yapay zekayı oluşturmanın ve geliştirmenin temelinde bilgiyi edinme, onu depolama ve onu analiz edip ondan yeni bir bilgi üretme mantığı var. Bunun için başta açık kaynaklar olmak üzere casusluk faaliyetleriyle korunaklı kaynaklar da dahil maksimum dataya ulaşmak, bu datayı saklayacak alt yapıyı oluşturmak, onu analiz edecek ve analiz edilen bilgilerden yeni bilgiler üretecek yazılımları var etmek, son olarak da bu yeni bilgilerden başta ticari ve askeri alanda olmak üzere mümkün derece farklı alanda bu süreçten menfaat elde etmek gerekiyor.
Bizim kendi isteğimizle paylaştığımız bu bilgileri en iyi şekilde okuyabilen ve sürekli gözümüzün önünde olan teknoloji şirketleri son 20 yılda dünyadaki servet dağılımın dramatik şekilde değişmesine neden oldular. Bir de perdenin arkasında neler olduğunu düşünün. Datanın toplanması ve analiz edilmesiyle tüm dünyanın ekonomik düzeni temelinden değişti. Koskoca bir devrim oldu. Sanayi devriminden çok daha büyük, yapıcı ama aynı zamanda bir o kadar da yıkıcı…
Yukarıda ifade ettiğim yapay zekayı sürekli halde geliştirmenin ve dolayısıyla ekonomik rekabette ipi göğüslemenin yakıtı yazılımlar ve çipler. Yazılım tarafında ABD, Çin, Hindistan ve Rusya arasında inanılmaz bir çekişme var. Tüm oyuncular için garip bir kural var. Kendisi lider olmayı başaramayacaksa asla diğerlerinin başarmasına izin vermemeli. Gerekirse dünya yıkılmalı ama buna mani olunmalı. Bu nedenle kimin kimle ittifak yapacağını kestirmek çok zor. Tam bir “Meksika Açmazı”.
İşin çip tarafı ise çok sıkıntılı. Burdaki açmaz daha da büyük. Tayvan acı oyunda adeta kale hükmünde. Çünkü çip konusunda bir numara kendisi.
Çip dediğimiz şey aslında bir elektronik bileşen üzerine yerleştirilen özel bir devre kartı. Her birinin içerisinde binlerce minyatür transistör var. Bunlar içerisinde bulundukları cihazın görevini gerçekleştirmesi için gereken verileri işlemenin yanında kayıt işlemlerini de gerçekleştiriyorlar.
Dolayısıyla transistör sayısı ne kadar fazla olursa çipin kalitesi, değeri ve iş üretimi o kadar güçlü ve kıymetli oluyor. Yani en basit tanımla çipler elektronik cihazların saniyede milyonlarca işlem gerçekleştirebilme kapasitesine sahip, transistatör sayısı arttıkça becerileri artan beyinler olarak hayatımızda bulunuyorlar.
Çipler kullanılacakları sektörlere göre yukarıda bahsi geçen transistör hacmine (nanometre: metrenin milyarda biri) göre sınıflandırılıyorlar. Nanometre değeri iki transistörün birbiri arasındaki mesafeyi ifade ediyor ve aralık ne kadar küçük olursa o alana daha fazla transistör yerleştirilebileceğinden ötürü buradaki işlem gücü o kadar yükseliyor. Dolayısıyla da çip o kadar özel hale geliyor ve içinde bulunduğu varlık her neyse onun teknolojisini bir o kadar artırıyor. Özetle bir çip ne kadar düşük “nm” birimindeyse o kadar değerli oluyor.
2021 yılında IBM tarafından 2 nm’lik üretilen ilk çipten buyana birçok firmanın ve devletin 1 nm’lik seri çip üretilmesi için çalışmaları devam ediyor. Fakat şu an için benim bildiğim işin zirvesi hala 2 nm’de.
Tayvan’ın en güçlü silahı olan TSMC yani Taiwan Semiconductor Manufacturing Co. çok özel bir çip üreticisi. Çünkü en ileri teknoloji olan 5nm ve altı çiplerin %90’ını bu firma üretiyor.
Daha küçük aralıklı yani ileri teknoloji çiğ üretmenin tekniği fizik-optik biliminde saklı. Bu alanda ilerleyip çip üretimi ekipmanlarında bir numara haline gelenler Hollandalılar. ASML Holding bu işin zirvesi
Yani ASML Tayvan’daki TSMC’nin ekipman tedarikçisi. Hasılı tüm dünyanın ileri teknolojisinde kilidin anahtarları ikilinin elinde desek yalan olmaz.
Göründüğü üzere teknik ve üretim Batı ittifakında. Fakat bu çipler için lazım olan nadir toprak elementlerinde Çin dünyada bir numara. Sadece bu ileri teknolojiye ihtiyaçları var. Adayı ele geçirirlerse hem teknolojiyi alacaklar hem de Batı’yı emirlerinde olan dünyanın en büyük çip üreticinden mahrum edecekler.
Gerçi Hollandalılar böyle bir durumda TSMC’deki tüm teknolojiyi anında yok edeceklerini söylediler ama nafile. Tüm dünya TSMC’ye bağımlı durumda. ABD Biden geldiğinden beri bazı eyaletlerde TSMC ile ortak çalışmalara başladı. Büyük de paralar yatırıldı. Fakat işçilik fiyat ve şartları Tayvan’dakine benzemiyor. Sübvansiyon işi sürdürülebilir gözükmüyor.
Olayı Rusya ve Hindistan açısından da yorumlamak isterdim ama onlar da başka bir makaleme kalsın. Sadece şunu söyleyebilirim fotoğrafta ne gözükürse gözüksün Rusya dibindeki ABD ile it dalaşına giren, dünyanın fabrikası haline gelmiş ve durursa herkesin başına bela olması muhtemel olan, gözünü kaynaklarına dikmiş Çin’den çok korkuyor…Yani kafalarda “diğerlerinin kazanmasına izin verme” sloganı dönüp duruyor. Bu nedenle Rusya illaki birilerinin başına bela olacak! Çok dikkatli olmak lazım. 2000 yılından buyana nüfusu artmayan, zihnen ve fiziken köhneleşen bir Rusya var. Kartların yeniden dağıtılmaması durumunda kaybedeceği çok açık. İllaki şansını deneyecektir.
Ben tüm bunları Syn. Fidan’ın konuşması üzerinden yorumlayınca hep aynı kapının önüne geliyorum. Dünyayı çatışmaya sürükleyecek olan bir ekonomik kriz ihtimali. Yapay zekanın işin içine karıştığı ve bir şeyleri tetiklediği bir kriz. Belki bir borsa saldırısı, belki de FBI eski başkanının son günlerde avazı çıktığı kadar bağırarak söylediği bir suikast. Ağır ekonomik sonuçları olacak şekilde…
Her şey olabilir; ama içinde yapay zeka ve ekonomi illa olacak gibi gözüküyor!
Netice itibariyle Büyük Kavga’nın başlamak üzere olduğu artık herkesin malumu. Hazırlık yapmak lazım. Bu açmazlarda patlayan kurşunlardan biri illa bizim coğrafyamızdan da geçecektir.
Kartlar yeniden dağıtılırken masada olmak çok önemli. Çünkü ortalama elli yılda bir dağıtılıyor. Ama masada olmaktan daha önemlisi de var. O da doğru masada olmak…