Köşe’deki Ekonomi

“Ahlaki değerlerinin yozlaşması durumunda, varlık ve kaynak şartları ne olursa olsun, hiç bir toplum meşru yollarla iktisadi açıdan refaha ulaşamaz. Bunun sonucu olarak bir çoğu iktisadi esarete sürüklenip sömürülürken az bir kısmı da gaddarlıklarıyla, sürdürülebilir olmamakla beraber, acımasız birer sömürgeciye dönüşür.”

  • Türkiye ekonomisinin bugünkü yapısında geri dönüşüm çoğu zaman sadece çevresel kaygılarla anılan, atık yönetimiyle sınırlı görülen bir alan olmaya devam ediyor. 

    Halbuki küresel veriler artık bu alana bambaşka bir gözle bakmamız gerektiğini bas bas bağırıyor. Dünya genelinde ham madde maliyetlerinin son beş yılda ortalama %30’un üzerinde artması, enerji fiyatlarının dalgalı seyretmesi, jeopolitik risklerin hammadde tedarik zincirlerini sık sık kesintiye uğratması, ekonomilerin ikincil malzeme üretimine yani geri kazanıma yönelmesini kanun haline getiriyor. 

    Bugün geri dönüştürülmüş malzemenin toplam kullanım içindeki payı dünya genelinde sadece %6,9. Aslında bu işlerden hiç anlamayan birini bile çok az olduğu hususunda saniyesine rahatsız edecek olan oran bir yandan da sektör potansiyelin ne kadar büyük olduğunu gösteren en güçlü kanıt. 

    Üstelik Türkiye’nin bu alanda göstereceği her gelişme dış ticaret açığını doğrudan azaltan, sanayinin ithalata bağımlılığını düşüren ve en önemlisi de katma değeri ülke içinde tutan bir doğal mekanizma oluşturacak kadar da verimlilik ve kıymetle dolu bir potansiyel…

    Sanayimizin kullandığı başlıca girdilere baktığımızda abartmadığımı anlayacaksınız’ çünkü tablo çok net. Üç ana kalem metal, plastik, kağıt, cam ve elektronik…

     

    Her yıl bu kalemlerin altında sıralanan milyarlarca dolarlık ithalat yapıyoruz..

    Gelgelelim bu ürünlerin hammaddesinin önemli bir bölümü ülke içinde zaten atık olarak mevcut. Fakat bu atıkları yüksek teknolojiyle geri kazanacak tesislerin sayıları sınırlı, teknolojik yeterlilik yetersiz ve me yazık ki sektörde nitelikli iş gücü henüz yeterince gelişmiş durumda değil. 

    Milletimizin büyük çoğunluğu geri dönüşümü sadece çevreyi korumanın bir aracı olarak görüyorken ve doğrudan ekonomik anlamını kavrayamıyorken de yukarıdaki eksiklerin giderilmesi kendiliğinden bir aydınlanmayla mümkün değil. Devletin bütünleştirici ortak akılı harekete geçirecek şekilde atacağı adımlarla doğru mesajı vermesine ihtiyaç var.

    Bugün Türkiye’de atık yönetim sektörünün toplam büyüklüğü yaklaşık 10 milyar dolar seviyesinde tahmin ediliyor; fakat bu rakam öneminden bahsettiğimiz o potansiyelin en fazla %30’unu temsil edebiliyor. 

    Sanayide kullanılan ikincil ham maddeyi %20 seviyelerine çıkarabilsek, sadece metal ve plastik sektörlerinde yılda 8–10 milyar dolar arasında bir büyükteki ithalatı ikame edebiliriz. Bunun da cari açığın doğrudan yıllık birkaç puan düşmesi anlamına gelmesinden ötürü, sadece makro ekonomik ihtiyaçlarımız açısından bile devleti bu işe bir an önce el atmaya zorlamalıdır.

    Ancak bunun gerçekleşebilmesi için sadece tesis kurmak yetmez. Bu alanı Türkiye’nin stratejik sektörlerinden biri olarak kabul etmek, eğitimden finansmana kadar bütün yapıyı yeniden düzenlemek gerekir. 

    Bugün geri dönüşüm sektöründe çalışanların büyük bölümü sahada yetişen, yüksek pratik yeteneği ve tecrübesi olan insanlar. İşlerinde çoğu çok başarılı. Mesleki deneyimleri yüksek. Fakat sektörü, bir verimlilik dalgasıyla üst lige atabilecek mühendislik, veri yönetimi, süreç optimizasyonu, kimya bilgisi veya çevresel performans ölçümü konularından uzak kalmış durumdalar. 

    Şirket sahiplerinin çoğunun (bankacılık hayatım boyunca benim tanıştıklarımın çoğu vizyoner karakterlerdi) reformlara ve hatta devrim derecesinde teknolojik gelişimelere açık olduğu bir sektör olmasından dolayı ayrıca bir önemi var ekonomimiz için.

    Dolayısıyla bu kadar kıymetli ve karlı bir alanda devrimsel nitelikte bir büyüme yakalamak için finansa ve ileri mühendisliğe, en başta da devletin rehberliğine ve regulasyonuna ihtiyaçları var. Bu başarılamadığı için çok fazla haketmemize rağmen bu alanda dünyanın önde gelen oyuncularının arasına gşremiyoruz.

    Tabi sadece devletin değil, onunla beraber özel sektörün ve akademinin iş birliğine de potansiyelin en kısa sürede ve en verimli şekilde fayda üretir hale gelmesi için çok büyük ihtiyaç var. 

    Yani bu sektörde iyiyiz ama teknolojik açıdan yelpazenin farklı desenlerinde kümelenmiş oyunculara sahibiz ve toplu ilerlemeler sağlayamıyoruz. Dolayısıyla da potansiyelimizin çok altındayız. Yol haritalarına ve koordinasyona ihtiyacımız var.

    Evet, modern geri dönüşüm sektörü tamamen teknoloji tabanlı bir alana dönüşmüş durumda. Sensör destekli ayırma sistemleri, ileri seviye kırma-ezme teknolojileri, yüksek sıcaklıkta kimyasal geri kazanım süreçleri, karışık malzemelerin ayrıştırılmasına yönelik yapay zeka modelleri gibi yeni teknolojiler, güçlü oyuncuların elinde büyük güç.

    Dünyanın önde gelen ekonomilerine sahip ülkelerinin desteklediği bu firmalarının her gün inovasyonlarına bir yenisinin daha eklenmesiyle öz potansiyellerinden ciddi paylar aldıklarına şahit oluyoruz. Sadece onlar da değil meseleyi keşfeden küçük ülkelerin bile kazançları çok yüksek.

    Şimdi bu pencereden bakınca, başta şunu söylemek lazım ki olmazsa olmazımız olarak anlaşılsın. 

    Bu sektör güçlü bir mühendislik altyapısıyla geliştirilebilir. Bu nedenle de Türkiye geri dönüşüm sektörünü büyütmek istiyorsa öncelikle mesleki eğitime ciddi önem vermeli. 

    Mühendislik bölümlerine mesleki eğitim liselerinden gelecek akıllı gençlerin oluşturacağı havuzlardan beşeri sermayeyi güçlendirecek kanallar oluşturmalı. 

    Meslek liselerinde geri dönüşüm teknolojileri bölümleri açmak, mevcut çevre mühendisliği ve kimya mühendisliği programlarına geri dönüşüm ve döngüsel ekonomi ağırlıklı dersler eklemek, üniversitelerde doğrudan “Döngüsel Ekonomi ve Geri Kazanım Mühendisliği” gibi yeni bölümler oluşturmak artık ertelenemez bir ihtiyaç haline gelmiş durumda. 

    Bu alan sadece makine kullanımını değil, veri yönetimi, enerji verimliliği, karbon muhasebesi, iklim uyum süreçleri, atık kimyası, malzeme bilimi ve otomasyon gibi çok geniş bir teknik perspektifi kapsıyor. Yani verimli be yüksek katma değerli geri dönüşüm için önce 10 yıl boyunca eğitim tarafında bir “ileri dönüşüm” atağı yapmak lazım.

    Bugünden bakınca Türkiye’nin birkaç yıl içinde bu alanda bölgesel lider olma potansiyeli yüksek gözüküyor. Çünkü hem nüfus büyüklüğü hem sanayi ağı hem de coğrafi yaygınlığı sayesinde atık hacmi kritik bir eşik değerin gayet üzerinde. Doğru politikalarla ekonomik avantaja dönüştürülebilir yeterlilikte.

    Durum böyle olunca, yani ortada bir potansiyel olunca uçağın diğer kanadının adı haliyle finans oluyor. 

    Geri dönüşüm sektöründeki işletmelerin çoğu KOBİ ölçeğinde ve teknoloji yatırımı için öz sermayeye (ki o yeterince yok) ve krediye ihtiyaçları var. Öyle 12 / 24 taksitli kredilerle faiz yükü %10’um altına düşmeden de bu iş kolay kolay da olmaz. Dolayısıyla bu kanatta devletin liderliğine, maddi gücüne ve kararlılığına ihtiyaç var. Yeni nesil tesislerin kurulumu için ciddi bir başlangıç sermayesi ve son derece cesaretlendirici kredi havuzları olması gerekiyor.

    Bu nedenle Türkiye’nin yeşil finans çerçevesi altında, özellikle geri dönüşüm ve döngüsel ekonomi uygulamalarına özel devlet destekli finans kanalları oluşturması hayati önem taşıyor.

    Yeşil tahviller, sürdürülebilirlik kredileri, yeşil sanayi yatırım fonları ve düşük faizli teknoloji dönüşüm kredileri, bu sektörün büyümesini birkaç yıl içinde hızlandırabilir. 

    Avrupa’da geri dönüşüm yatırımlarının yaklaşık %40’ı yeşil finansmanla destekleniyor. Türkiye’de bu oran %10’un bile altında. Bu fark kapatıldığında, sektör sadece büyümekle kalmayacak, daha verimli, daha şeffaf ve daha izlenebilir hale gelecek. Yani, devlet gücünün sadece bu piyasanın düzgün şekilde kurulmasını ve denetlemesini sağlaması bile ihtiyaç olunan finansman kaynağının bulunmasındaki en büyük katkı olacak.

    Tüm bunlardan başka gözden kaçmaması gereken bir başka mesele de ikincil ham maddeden üretimin hem daha düşük enerji kullanımını sağladığı hem de karbon salımını azalttığı hususu. Örneğin geri dönüştürülmüş alüminyum kullanmak, ham alüminyum üretimine kıyasla enerji tüketimini %95 azaltıyor.”Dünyada herhalde bu kadar verimli çok az iş vardır” diye düşünmeden edemiyorum.

    Bütün bu nedenlerle geri dönüşüm Türkiye’nin kalkınma stratejisinin merkezinde olmalıdır. Bu alan hem çevreyi korur, hem cari açığı azaltır, hem yeni nesil teknolojileri tetikler, hem de gençlere yeni çağa uygun bir meslekler topluluğu alanı açar. 

    Türkiye, ekonomik açıdan son derece zorlu geçen uzun bir döneme rağmen, otomotivden kimyaya, tekstilden elektroniğe kadar pek çok sektörde büyük bir üretim ülkesi olduğundan geri dönüşüm sektöründeki potansiyelimiz hakkıyla değerlendirmeli…

  • Michael Burry modern finans tarihinin en tartışılan isimlerinden biri olmaya devam ediyor. Sebebi yalnızca en büyük başarısı olan 2008 krizini öngörmesi değil, aynı zamanda finansal dünyanın geri kalanının ters yönde gittiği dönemlerde bile zararına dahi olsa kendi analizine güvenerek hareket eden karakter yapısı.

    Onu bugünkü konumuna taşıyan şey, The Big Short filminde gösterildiği gibi davul çalan sıra dışı bir adam olması değil, yıllar boyunca kimsenin yapmadığı kadar ayrıntılı veri incelemesi yapması, binlerce sayfalık kredi sözleşmesini tek tek okuması ve bu titizliğin sonunda bir sistem çöküşünü diğerlerinden önce fark edebilmesiydi.

    Burry aslında doktor olarak başladığı kariyerini Stanford’da ekonomi ve tıp eğitimi alarak şekillendirmiş, ancak geceleri blog yazarak finans analizi yapan biriydi. Klinik kariyerden hedge fon yöneticiliğine geçişi tuhaf görünse de, analitik disiplin bu iki alanı birbirine bağlıyordu. Scion Capital’i kurduğunda da en önemli avantajı tam olarak buydu: herkes piyasa duyumlarıyla hareket ederken o rakamların içine gömülüyor, yapıların kırılganlığını içeriden görüyordu.

    2008 krizini öngörmesi de tam bu metodolojinin sonucuydu. Mortgage teminatlı menkul kıymetlerin altındaki bireysel borçlanmaları tek tek inceledi, gecikme oranlarının yüzde bazında küçük ama eğilim olarak çok tehlikeli biçimde yükseldiğini fark etti. O dönemde ev fiyatları asla düşmez inancı hâkimdi ve bankalar bu inanç üzerine kurulu bir finansal kule inşa etmişti.

    Ancak Burry için önemli olan fiyatlar değil, davranışsal veri setleriydi. Kredilerin altındaki risk profilleri, kısa vadeli faiz resetleri ve düşük gelirli hane halkının yükümlülük artışları matematiksel olarak sürdürülemez hale gelmişti.

    Bu nedenle CDS alarak mortgage piyasasına karşı büyük bir pozisyon açtı. Sektör ona uzun süre deli gözüyle baktı, yatırımcıları bile baskı yaptı, ancak sistem çöktüğünde Burry haklı çıktı. Bu başarı onu efsaneleştirse de sonraki yıllarda yaptığı tüm tahminlerin doğru çıktığını söylemek mümkün değil. Özellikle 2010 sonrasında birkaç kez erken alarm verdi, erken short açtı ve bazı öngörüleri zamanlama açısından hatalı kaldı. Fakat Burry’nin büyüklüğü, tek bir tahmine sıkışmamış olması değil, aynı prensiple sürekli veri inceleyen bir zihni yapısına sahip olmasıydı.

    Bugün tartışmanın merkezinde ise Burry’nin yapay zekâ sektörüne ilişkin çıkışı bulunuyor. Nvidia ve Palantir üzerinden açtığı put opsiyonları toplamda 240 milyon dolar nominal hacme ulaşırken bunun için yalnızca 9,2 milyon dolar prim ödedi. Bu, literatürde asimetrik bahis olarak adlandırılan bir pozisyon. Yani kaybetmesi durumunda zarar sınırlı ama haklı çıkması durumunda getirisi katlanarak büyüyor. Ancak bu pozisyonun merkezinde Burry’nin amortisman muhasebesine ilişkin bir iddiası yatıyor. Ona göre Nvidia’nın ürettiği GPU’lar iki ila üç yıl içinde ekonomik ömrünü dolduruyor ve bu nedenle şirketlerin bunları daha kısa sürede amorti etmesi gerekiyor. Oysa bugün Meta, Amazon, Google gibi dev teknoloji şirketleri bu amortismanı beş ila altı yıla yayarak muhasebe kârlarını yüksek tutuyor. Burry’ye göre bu yapay bir bilanço genişlemesi yaratıyor ve 2028’e kadar yüz milyarlarca dolarlık bir değer şişmesine yol açabilir.

    Bu iddiayı anlamak için öncelikle amortismanın doğasını bilmek gerekiyor. Şirketlerin bir varlığın ekonomik ömrünü belirleme hakkı vardır ve bu karar çoğu zaman objektif olmaktan çok yorumsaldır. Denetim pratiğinde amortismanın en çok oynanan kalemlerden biri olduğu bilinir. Bir şirket, ithal ettiği bir makineyi üç yılda da amorti edebilir, altı yılda da. İkisi de muhasebe standartlarına uygun olabilir. Bu nedenle Burry’nin dikkat çektiği nokta temelsiz değildir. Ancak eleştiri de tam burada başlıyor. Çünkü Burry’nin shortladığı şirketler amortismanın muhasebeleştirilmesinden birebir sorumlu olan şirketler değil. Palantir bir çip üreticisi ya da veri merkezi sahibi değil. Yapay zekâ işlemlerini kendi donanımıyla değil, bulut sağlayıcılar üzerinden kullanıyor. Nvidia ise donanım satın alan değil, donanım satan taraf. Amortisman süresinin kısalması Nvidia için negatif değil, tam tersine pozitif etki yaratır çünkü müşteriler daha hızlı yenileme yapmak zorunda kalır. Bu durum çip satışlarını artırır. Dolayısıyla Burry’nin amortisman iddiası teknik olarak ilginç olsa da seçtiği hedefler arasında bir uyumsuzluk bulunuyor.

    Veri merkezlerinin kapasite kullanımı bu tartışmanın bir başka boyutu. Bugün yayınlanan raporlar veri merkezlerinin neredeyse tam kapasite çalıştığını, özellikle ABD’de 2023 itibarıyla 180 TWh seviyelerinde olan elektrik tüketiminin 2025’e gelindiğinde 320 TWh seviyesine yaklaşacağını gösteriyor. AI iş yükleri tek başına bu tüketimin 2 TWh seviyelerinden 130 TWh seviyelerine yükselmiş durumda. Bu da veri merkezlerinin geliştirdiği nakit akışını, amortisman süresinin çok ötesine taşıyor. Çünkü daha GPU’lar ekonomik ömrünü doldurmadan yeni nesil iş yükleri için kapasite yetersizliği oluşuyor ve işletmeciler mevcut donanımları daha yüksek kullanım oranıyla amorti etmiş oluyor. Bu nedenle ekonomik ömür ve nakit akışı arasındaki ilişki Burry’nin öngördüğünden çok daha farklı işliyor. Eski çiplerin bile hâlâ iş buluyor olması sektörün kârlılık dinamiklerini Burry’nin sunduğu tek boyutlu amortisman çerçevesinden daha geniş bir yere konumlandırıyor.

    Tam da bu noktada yazıya eklenen derinleştirilmiş perspektif devreye giriyor. Veri merkezlerinin elektrik talebi artık yalnızca teknik bir detay değil, ulusal altyapı planlamasını zorlayan bir faktör. Elektrik arzı büyürken talep çok daha dik bir eğriyle ilerliyor. 2016’da toplam 180 TWh civarında olan veri merkezi tüketiminin bugün 320 TWh seviyesine yaklaşması bunun en somut göstergesi. AI kaynaklı yükler yalnızca dört-beş yıl içinde 10 katı aşan bir artış gösterdi. Bu durumun doğal sonucu, hükümetlerin müdahale etmek zorunda kalma ihtimalidir. ABD’de bazı eyaletlerde veri merkezi bağlantılarının askıya alınması, Avrupa’da enerji verimliliği kriterlerinin zorunlu hale gelmesinin tartışılması ve su tüketimi nedeniyle bazı tesislere kota uygulanması bu yöndeki baskının ön işaretleri.

    Eğer bu eğilim devam ederse geleceğin riskinin amortisman değil, enerji arzının kendisi olduğu görülüyor. Yani donanım ekonomik ömrünü doldurmadan önce bile enerji darboğazı bir sınırlayıcı faktör haline gelebilir ve bu da şirketlerin büyüme hızını doğal olarak dizginler. Dolayısıyla bugün veri merkezleri kâr yaratıyor olsa bile, hükümetler şebekeyi korumak adına regülasyon getirdiğinde büyüme dinamiği zorunlu olarak yavaşlayabilir.

    Burry’nin gözden kaçırdığı bir diğer nokta da şortladığı şirketlerin nakit akışları ve genel finansal güçleri. Örneğin Nvidia’nın gelirleri 2016’dan 2025’e toplamda yaklaşık 25 kat artmış durumda. 6 milyar dolar seviyelerinden 150 milyar dolar seviyelerine yaklaşan bir gelir eğrisi var. Bu ölçeklenme ivmesi yalnızca çip satışından gelmiyor; veri merkezi segmenti tek başına Nvidia’nın büyüklüğünü taşıyor. Yıllar içinde NVIDIA’nın gelir trendi doğrusal değil, üstel bir modele daha yakın büyüdü.

    Benzer şekilde Palantir de gelirlerini 2020’deki 1.1 milyar dolar seviyesinden 2025’te 4 milyar doların üzerine taşımış durumda. Ancak piyasa değeri bunun çok daha ötesinde bir hızla artıyor. 2020’de 100 birim olan piyasa değeri endeksi bugün 420 seviyesine çıkmış durumda. Yani fiyatlama ile gelir büyümesi arasında uyumsuz bir hız farkı var. Bu, eleştirmenlerin dillendirdiği “değerleme şişmesi” argümanını destekliyor. Burry’nin bu kısmı doğru gördüğünü söylemek mümkün. Fakat sorunun amortisman değil, fiyatlama davranışları olduğu gerçeği yine ortada duruyor.

    Yapay zekâ altyapısına yapılan yatırımlar hyperscaler denilen dev bulut şirketlerinde daha net görülebiliyor. Amazon, Microsoft, Google ve Meta son dört yılda AI odaklı CAPEX harcamalarını neredeyse üçe katladı. Amazon’un 2022’de 25 milyar dolar olan yatırımı 2025’te 65 milyar dolar seviyelerini zorluyor. Google 18 milyardan 55 milyara, Meta 10 milyardan 40 milyara ilerlemiş durumda. Bu dikey artış, sektörün büyüme hızının azalmadığına dair güçlü bir veri noktası. Yani Burry amortisman üzerinden bir kırılganlık okurken, yatırım eğilimleri tam tersine güçlenerek devam ediyor.

    Burry’nin pozisyonunun bir başka kırılgan yönü ise zamanlama. Put opsiyonları doğaları gereği zamanla eriyen ürünlerdir. Opsiyonun vadesi uzadıkça değeri düşer. Bunu gösteren temel matematiksel eğri, ilk gün 10 dolar olan bir opsiyonun 18 aylık bir yarılanma faktörüyle her ay değer kaybetmesidir. Burry’nin pozisyonu da böyle bir zaman baskısı altında. Eğer fiyat düşmezse, hatta yatay seyretse bile, opsiyonların değeri kaybolur. Bu nedenle Burry’nin sosyal medya paylaşımlarının önceki dönemlere göre daha agresif ve manipülasyona açık görülmesi bazı çevrelerce bu panik baskısına bağlanıyor. Çünkü süreç uzadıkça pozisyon eriyor.

    Bu çerçeveden bakıldığında Michael Burry’nin bu kez büyük bir risk aldığı, ancak riskin temel gerekçesinin eskisi kadar güçlü olmadığı söylenebilir. 2008’deki sistemik kırılma mortgage kredilerinin geri ödeme kapasitesinin çökmesine dayanıyordu. Bugün ise yapay zekâ sektörü güçlü nakit akışları ve devasa CAPEX yatırımlarıyla ayakta duruyor. Enerji darboğazı uzun vadeli bir risk, ancak kısa vadede amortisman üzerinden bir çöküş tetiklemek için yeterli görünmüyor. Eğer AI şirketleri gerçekten değerleme balonundaysa bile, Burry’nin hedef seçimi hatalı olabilir. Çünkü gerçek risk GPU amortismanından değil, enerji arzı ve devlet düzenlemelerinden doğuyor. Bu durumda Nvidia değil, veri merkezlerini bizzat işleten yüksek borçlu şirketlerin risk altında olduğu görülüyor.

    Sonuç olarak Burry’nin iddiası ilgi çekici ama önceki kadar sağlam değil. Hem haklı olabileceği hem de yanılabileceği alanlar var. Değerlemeler pahalı, nakit akışı güçlü, enerji baskısı artıyor, devlet müdahalesi ihtimali büyüyor. Bu kez tablo gri. Büyük ihtimalle kazanan taraf doğru tahmin yapandan çok, doğru dinamiği en iyi okuyan taraf olacak.

    Kim bilir, belki Burry yeniden tarihe geçebilir ve birkaç seneye The Big Short 2.0 yeni bir Netflix yapımı olarak karşımıza çıkabilir. Ya da büyük bir stratejik hata yaparak kariyerine bir hatalı çıkış daha yazdırabilir. Bunu zaman gösterecek. Ancak kesin olan bir şey varsa, o da finans dünyasının yeniden onun etrafındaki tartışmalarla şekilleniyor olması. Bu bile bir ekonomist/portföy yöneticisi için akıl almaz derecede büyük bir başarı bence…

  • Milat Gazetesi

    Amerika’da bankacılık sistemi yeniden tarihi bir stres testinden geçiyor. Geçtiğimiz hafta Amerikan bankaları, Merkez Bankası’nın “acil likidite penceresi” olarak bilinen Standing Repo Facility üzerinden tam 50 milyar dolar borçlandı.

    Yıllar sonra gelen büyük faiz artışlarıyla beraber bilançolarında yüklü miktarda ABD tahvili bulunduran tüm bankaların likidite problemleri ve ciddi zararlarla karşılaştığı bir dönemde, 2021’de oluşturulan bu pencereden o günden bu yana görülen en yüksek seviyede borçlanma.

    Fed genelde bu kanalı, ay sonlarında kısa vadeli nakit sıkışıklığı yaşayan bankalara açıyor olsa da bu defa tablo farklı şekillendi. 

    Çünkü borçlananlar teminat olarak 29 milyar dolarlık kısım için gayrimenkul kredilerinin teminatlarından üretilmiş MBS’leri teminat gösterdi.

    2008 krizinden tanıdığımız MSB’ler bir nevi kredi ipoteklerinden oluşturulmuş türev varlıklar ve o dönem doğru düzgün denetlenmediklerinden finans sistemini çökerten zincirin ana halkaları.

    Normalde bankalar kısa vadeli fonlamayı özel repo piyasasından sağlar. Fakat oradaki faiz oranları teminatta MBS’ler olunca ciddi şekilde yükseldiği için, bankalar görece daha düşük faizle borç veren FED’e yöneldiler haliyle.

    Yani pencereden borçlanmanın temelinde mesele sadece likidite değil; ayrıca teminat kalitesi…

    Geçtiğimiz günlerde Bessent’ında yavaşlama meselesini dile getirip, bir an önce gayrimenkul piyasası için faiz indirimlerinin gerekliliğini anlatmasından da anlayacağımız üzere tıpkı Çin’de geçtiğimiz yıllarda başlayıp galen devam eden gayrimenkul piyasası sorunları ABD’nin de canını sıkıyor.

    2026 yıl sonuna kadar 1,5 trilyon dolarlık ticari gayrimenkul kredisi ödeme vadesine giriyor. 20 trilyon dolarlık bir kredi hacminsen bahsediyoruz ve bunların riskinin %60’a yakını 20 milyar dolarlık bilanço büyüklüğünün altındaki küçük bankaların sırtında.

    Pandemi sonrasında ofis, otel, AVM gibi mülklerde yaşanan %30’luk değer kaybı, bu kredilerin teminatlarını ve ödenme ihtimallerini hızla eritiyor.

    Üstelik önümüzdeki sene içerisinde bu en az 400 milyar dolarlık kısmının refinanse edilmesi yani yüzdürülmesi mümkün gözükmüyor. 

    Yukarıda bahsettiğimiz faiz artışlarıyla, düşük faizli ABD tahvillerini bilançolarında tutan ve bunları likidite krizi yaşamamak için  yok paraya satıp 750 milyar dolarlık zarar yiyen ABD bankaları bu zararın anca 250 milyar dolarından kurtulmuşken, yani 500 milyar dolarlık yük hala sırtlarındayken şimdi bir de bu mesele ortaya çıkmış durumda.

    Unutmadan hatırlatmak lazım. Bu tabloya son haftalarda başka bir korku daha eklendi.

    Amerika’da “private lender” denilen özel finans kuruluşlarının verdiği subprime krediler, yani kredi notu düşük, gelir güvencesi zayıf kişilere verilen krediler, geri dönmemeye başladı.

    Özellikle göçmenlere ve işsizlere verilen araç kredilerindeki temerrüt oranı keskin şekilde arttı.

    Bu özel kuruluşlara borç veren iki orta ölçekli banka da geçtiğimiz haftalarda battı.

    Hani şu JP Morgan CEO’sunun “başka hamam böcekleri de olabilir” başlıklı açıklamasıyla gündeme oturtttuğu mesele…

    Hepi topu 60 milyon dolarlık bir batık yüzünden başlamış olsa da dikkatli olmak lazım. 

    O taraftan da ayrı bir cisim yaklaşıyor olabilir!

    Hasılı sorun artık sadece gayrimenkulde değil; tüketici kredilerinin en alt segmentine de sıçramış durumda. Tüm bu işler olup biterken pencereden 50 milyar dolarlık rekor borçlanma gerçekleşince de herkes ister istemez “şüpheli” gözlüklerini takıp öyle olayları izlemeye başladı.

    Net bir şey demek zor ama, temkinli olmak lazım. Özelikle de Türkiye’deki yatırım fonları üzerinden ABD borsalarına yatırım yapanların her hamlelerini iki kere düşünmelerini, yatırım tavsiyesi olmamakla beraber ısrarla öneririm. Hele hele bu alanda Türkiye’de yatırım fonlarındaki yatırımlar 70 milyar TL’yi aşmışken…

  • https://www.liderhaber.com.tr/altin-ve-gumuste-stresli-hafta-basliyor

    07.10.2025

    Altın da gümüş de çoktan aşırı alım seviyesini geçti. Hızlı bir düzeltme mecburi gözükse de işlerin bambaşka bir hal alma olasılığı çok yüksek.

    Trump’ın doları zayıflatmak ve bu sayede ödenmez hale gelen ABD federal hükümet borçlarını eritmek için uyguladığı plan dahilinde FED’e uyguladığı faiz indirimi baskısı, tüm dünyanın merkez bankası durumundaki kurumun itibarının zedelenmesinden ötürü her geçen gün daha fazla belirsizlik yaratmaya devam ediyor.

    Bunla kalsa iyi. Avrupa’yı Rusya’nın önüne yem olarak atışı, Çinlilerle kavgası ve ikinci sınıf Vegas kumarına dönen tarifeleri ve İsrail’in tüm vahşetine rağmen esiri haline gelmesi bu belirsizlikleri sürekli halde tırmandırmaya devam ediyor.

    Ülkenin içinde 150 yılık iç savaştan sonra ilk defa toplumsal olaylarda asker kullanmaya çalışması, koca koca generallere beğenen kalsın beğenmeyen gitsin gibi tehlikeli çıkışları da cabası…

    Hal böyle olunca türev işlemlerle beraber yüzlerce trilyonlarca dolarlık varlık ve işlemlerin merkezi olan ABD ve onun en büyük silahı olan doların tahtı zangır zangır sallandığından, kara günlerin sarsılmaz koruyucusu altın ile ayrılmaz yoldaşı gümüşün fiyatlarında ister istemez uzun yıllardır görülmemiş rekorlar peydahlanmaya başladı.

    Cuma günü katıldığım bir yayında sorulan gram altın fiyatının 6000TL’yi aşma ihtimaline ilişkin “bir çatışma olmazsa” şerhi koyarak yıl sonuna kadar pek mümkün olmayacağını ifade etsem de akşamına taradığım haberlerde gördüklerim ciddi şekilde canımı sıktı.

    Görünen o ki, benim beklediğim düzeltme gelmeden İsrail-İran arasında büyük bir çatışma başlayacak. 

    İran cumhurbaşkanı, savunma bakanı ve devrim muhafızları başkanının aynı gün yaptığı “bize saldıracaklar” açıklamalarından sonra bir de ABD’nin okyanuslarda yaşayan en güçlü canavarı konumundaki USS Gerald Ford uçak gemisinin Cebeli Tarık’tan Akdeniz’e girdiği haberini görünce mesele kafamda netleşti.

    Tüm Akdeniz’in batıdan doğuya 2000 mil kadar olduğunu düşündüğümüzde olası gördüğüm çatışmanın salı-cuma aralığında çıkması muhtemel.

    80 uçak kapasiteli, 2 adet nükleer reaktörle çalışan, 4500 personelli, yüzlerce füze taşıyan, 102 bin ton ağırlığındaki 337 metre uzunluğundaki bu teknolojik savaş devi, 12 gün süren bir önceki çatışmayı İran’ın avantajı ele geçirdiği anda sonlandıran en önemli aktördü. 

    Halihazırda zaten İran Körfezinde bir önceki teknoloji neslinden olan USS Nimitz hazır beklerken bir de Gerald Ford’un gelişini şu an için emekli amirallerimiz de olası bir İsrail-İran çatışmasına hazırlık olarak okuduğundan meselenin ve beklentinin kıymeti daha da artıyor.

    Başta altın ve gümüş fiyatları olmak üzere bir çok emtianın ve kontratların fiyatlarının fırlama ihtimali kapıda bekliyor diyebiliriz.

    Tüm bunlar olup biterken Hindistan’ın altın-gümüş talebinin eylülde iki kat artması, Çin’in yeniden altın alımlarını kamuoyuyla paylaşması da kritik bilgiler…

    Hepsi bir yana bir de ABD’de yaşanan hükümet kapanması şimdilik pek bir etki yapmasa da biraz uzar ve zaten herkesi işten atmaya hazır bekleyen Trump kamuda kurum kapamalarına ve işten çıkarmalara başlarsa hem belirsizlik yönünden süreci besleyecek hem de istihdam eksilmelerinden ötürü FED’i daha fazla sıkıştıracak ortam bulacak.

    Bu çerçevede düşündüğümüzde bizi altın-gümüş açısından stresli bir hafta bekliyor diyebiliriz.

    Özetleyecek olursak da, altın ve gümüşün önü uzun vadede çok açık demekte hiç bir beis görmemekle beraber saydığım olaylardan ötürü çok daha dramatik yükselmelerle karşı karşıya kalabilme ihtimalimizi her an aklımda tutuyorum.

    Yine de her zaman kısa vadede düzeltme yapma ihtimali hatta zorunluluğu olduğunu unutmayalım. Yatırım tavsiyesi olmamakla beraber kısa vadeli alımlardan uzak durmayı, mevcut yatırımları satmadan korumayı ve uzun vadede eklemeler yapmaya devam etmeyi mantıklı buluyorum.

  • Ağır silahlar açısından envanteri eksik olan ve savaş deneyimi ciddi derecede yüksek olsa da düzensizliği apaçık ortada olan HTŞ emrindeki kuvvetler, ABD’nin uzun yıllardır eğit-donat programı içinde semirttiği PYD ile ne kadar mücadele edebilir? 

    PYD’nin Şam’a yürüyüp yeni bir devlet ilanında bulunması kaç gün/kaç ay sürer?

    Bunları artık ciddi ciddi düşünmek lazım. 

    Böyle bir ihtimal gerçekleşirse bir anda Suriye’de Irak, İran ve Türkiye’deki Kürtlerle birleşmeyi hedefleyen, her gün kavga ve sonunda büyük savaşlar çıkarmak için hazır olan, ABD ve İsrail’in korumasında maşalık yapabilen çok tehlikeli bir düşmana sahip oluruz.

    Syn. Bahçeli’nin açılım konuşmalarını, ısrarını ve Batı bloğu yerine Rusya ve Çin ile ittifak aruzunu bu çerçevede değerlendirmek lazım. 

    Esad’ın devrilişi, IŞID’in ortaya çıkışı, CIA bağlantılı Colani’nin motorsiklet üzerindeki savaşçılarıyla yarım asırlık Esad ailesinin rejimini sonlandırması tiyatrosu… Belki de hepsi İsrail’in kendi kanatları altında kuracağı ve dilediği gibi yöneteceği bir devletin kurulması içindi…

    Syn. Bahçeli’nin okumaları bu yöndeyken ve açıkça bunu ilan ederlen Syn. Erdoğan’ın ABD’ye yönelmesi ve stratejisini ABD ile ilişkilerin merkezde olacağı bir formatta şekillendirmeye çalışması aradaki görüş farklılığını anlamaya yeterli. Çok da tartışmaya gerek yok.

    Şimdi meseleyi birde diğer paydaşlar açısından ele alalım. Dibinde bir NATO ülkesini müsaade etmeyeceğini ilan edip AB-NATO planlarına karşı silaha davranıp yıllardır vuruşan Rusya asla yukarıda tasavvur ettiğimiz planın uygulanmasına izin veremez. 

    Çünkü böyle bir durumda Batı ve NATO’ya karşı kartların yeniden dağıtılmasına neden olacak büyük bir savunma zaafiyeti oluşur. 

    ABD-İsrail güdümünde bir Kürt devleti, Rusya’nın o coğrafyadaki Batı karşıtı tüm aktörlerle olan iletişimini ve nüfuzunu kaybetmesine neden olacağı gibi enerji ticaretiyle ayakta durduğundan hem kısa hem uzun vadede büyük bir ekonomik darbeyle karşı karşıya kalmasına neden olur. 

    Aynı şekilde böyle bir gelişme İran ve Türkiye’yi hızla savaşa sürükleyeceğinden güney sınırlarında ve bölgenin güç dengelerinde kendi aleyhine sarsıcı gelişmeler ardı ardına sıralanır.

    Tüm bunlar olurken tabi ki Çin de “bir kuşak bir yol” projesinden tutun da daha bir çok stratejik sebepten ötürü Rusya’yı ciddi şekilde desteklemek zorunda kalır ki bu da açıktan bir ittifak savaşının başlamasına kadar uzun soluklu, kötü bir maceranın tetikleyicisi olur. 

    Hasılı böyle bir durumda Suriye bundan önceki dönemleri mumla aratacak bir istikrarsızlık kaynağı ve terör coğrafyasına dönüşür. Bu çerçevede Türkiye ya İsrail-ABD ile ya da Çin-Rusya ile başını belaya sokmaktan kaçınamayacak gibi duruyor.

    Açıkçası ben ABD-İsrail hattından ziyade Çin-Rusya hattından çekiniyorum. 

    İlki için bu mesele yeni bir küresel vizyon dizaynın içine saklanmış hastalıklı kafaların psikozlarıyla türemiş halüsinasyonların yansımasıyken yükselen Asya için yani ikinci taraf için ölüm-kalım hatta tarihin seyrini değiştirecek bir kader savaşı…

    Kaçınılmaz bir çatışmaya sürüklendiğimiz şu günlerde taraf seçme hususunda içerde büyük kırılmalar bekliyorum. Kırılmaların ekonomik yansımaları da bir o kadar gürültülü ve can yakıcı olacak gibi duruyor.

    Sonuç olarak PYD ile HTŞ arasında başlayan çatışmalar ve PYD’nin tehditleri Suriye’de tehlike çanlarının duyulur seviyede çaldığının en kesin kanıtı olarak karşımızda.

    Hazırlanmak ve her şeye hazır olmak lazım…

  • Kafalar Biraz Karışık

    https://www.elipshaber.com/kafalar-biraz-karisik

    18.09.2025

    Geçen haftaki 250 puanlık indirim ve metin herkesin kafasını az da olsa karıştırdı. İndirim 50 puan da olsaydı 300 puan da olsaydı bir kaç kelimelik düzeltme ile her indirime uyacak formda hazırlanmış bir PKK metni gördük.

    Netice itibariyle de 250 puanlık indirimle %40,5’e gelmiş olduk. 

    Benim tahminim, ağustos ayı öncü verilerini incelediğim günden beri 200 puandı. 

    İndirim tahminimi sebebleriyle açıkladığım geçen haftaki yazımda ayrıca diğer tüm ihtimalleri ve vereceği mesajları da özetle şu şekilde değerlendirmiştim:

    “Ağustos verisi, rakamlar üzerinden çalışanların beklediği üzere %2 civarı geldi. Yani 300 ve üzericilerin pek şansı kalmadı. O günden beri ifade ettiğim üzere 200 puan çok daha makul bir yere oturdu. 

    Aslına bakarsanız hiç yapılmasa sırf şu yukarıda yazdıklarımdan ötürü haklı olunur fakat piyasa şu an bu indirim beklentisine adeta ölüm kalım gibi bakıyor. 

    100 puan yapılıp geçilse desek bu beklentiyi o da karşılamıyor.

    Bunlarla beraber CHP davası öncesi piyasayı ve toplumu bir nebze olsun rahatlatmak, tepkileri azaltmak için FED’in indirim hamleleri de hesaba katılıp 250 puanlık bir karar alınır mı, bilemem; ama alınırsa şaşırmam.”

    Sonuçta 250 puanlık indirim oldu ve TCMB’den siyasete patırtı çıkarmadan makul bir destek geldi. Şaşırmadım. Metindeki çelişkileri görünce de düşüncelerimden emin  oldum.

    FED 25 puan indirimle başladı. Yıl içinde 2 indirim daha belleniyor. Bu çerçevede TCMB makul davranacaksa son iki toplantıda toplam 150 puanlıktan fazla bir indirim yapmamalı. 

    Aksi halde 2026 daha ilk aylardan itibaren çok zor geçmeye başlar. 150 puanı aşacak olurlarsa yani toplamda 200 ve üzeri puanlık indirime giderlerse tehlikeli olabilir.

    Hasılı, TCMB ara enflasyon hedeflemesiyle çalışma iddiasında samimi kalırsa sağlam gitmek için son iki toplantıdan biri 150 puanlık bir indirimle diğeri ise pas geçmeyle sonuçlanmalı.

    Çok olumlu kürsel ya da bölgesel gelişmeler olmadıkça bu rakamların üzerinde indirim denemeleri tamamen zararımıza olur gibi gözüktüğünden Hazine’nin TMCB’deki hesabında biriken 1.2 trilyon TL ve 11 milyar dolardan fazla dövizi seçim hazırlığı olarak kabul ederim.

    Elbette tüm bu yorumlarım bugünden bakılınca görünen manzara. İlk faiz kararına kadar kim bilir, neler olur…

    Ulusal ve küresel gelişmeler öyle hızlı gerçekleşiyor ki bir ayımız adeta bir yıla dönmüş durumda…

    Takip etmeye devam edeceğiz

  • https://www.elipshaber.com/koprusunu-satan-bilge

    11.09.2025

    Köprülerin ve otoyolların satışına ilişkin haberlerin yalanlanmamasına OVP çerçevesinde 185 milyar liralık özelleştirme hedefi duyurusu eklenince, bugünkü toplantıya ilişkin beklentilerim üzerinden durumu kaleme almak şart oldu.

    Daha yedinci ayda 1 trilyonluk açık veren (2025’de toplam 12 aylık açık 1,2 trilyondu) bütçemiz olunca şaşırmak mümkün değil. 

    Daha şimdiden imkanız hale gelmiş 2026 enflasyon hedefi de 9 ay kadar sonra yapılacak güncellemelerle unutulacak olmasına rağmen karşımızda kapı gibi dururken bu özelleştirme defterlerinin kurcalanması gayet normal.

    Üç yıldır aralıksız iki-üç haftada bir aynı şeyi yazıyorum. Kamu harcamaları durdurulmadan, tüm bakanlıklar bu işe odaklanıp her biri kendi sorumlulukları alanında fiyat artışlarının önüne geçmek için projeler oluşturmadan, her biri tasarruf kelimesini bir dakika bile aklından çıkarmayacak şekilde gündemine koymadan ve tabi tüm paydaşları organize edecek maliye bakanlığı bütçeyi bu planların üzerine inşaa edilecek bir master plana uygun şekilde bizzat kendisi yapıp yönetmeden bu enflasyonla mücadelesi romanı daha çok uzar…

    Hiç birini yapmadığımızdan ötürü zaten dünyanın en uzun programlarından birinin içinde debelenip duruyoruz. Rakamlar var ama plan yok. 

    Her hafta yeni bir vergilendirme haberiyle gündemimiz renklense de ilerleme kaydedemiyoruz. Çünkü harcamaların dışında kalan enstrümanlarla mücadelede başarılı olmaya çalışıyoruz. Tek kelimeyle imkansız.

    %19’a yükselttiği faiz oranı sonrası “faiz lobilerine hizmet ediyor” beddualanan Syn. Ağbal’dan sonra indirme operayonlarıyla öyle bir cenderenin içine düştük ki tekrar yükseltmeye başladığımızdan bu yana 3 trilyon faiz ödedik. Ülkenin kaynakları heba oldu. Üstelik daha parçaladığımız %19 basamağına dünyalar kadar uzaktayız…

    Hem halk yoruldu hem yönetim. Seçime kadar gemiyi yüzdürmekten başka bir samimi niyetlerinin olduğuna inanmıyorum.

    Yine de dostlar alışverişde görmeli.

    25 Ağustosta aylık öncü verilen iyi olmadığını, %1,8 ile %2 civarı bir aylık enflasyon gelebileceğini, bunun da bazıları tarafından açıktan ve yüksek sesle dillendirilen 300-350 puanlık indirimlerin önünü tıkayacağını ve ısrarla enflasyon hedeflemesi meselesi üzerinde konuşan merkez bankası yetkililerinin elini kolunu bağlayacağını yazmıştım. 

    Ağustos verisi rakamlar üzerinden çalışanların beklediği üzere %2 civarı geldi. Yani 300 ve üzericilerin pek şansı kalmadı. O günden beri ifade ettiğim üzere 200 puan çok daha makul bir yere oturdu. Aslına bakarsanız hiç yapılmasa sırf şu yukarıda yazdıklarımdan ötürü haklı olunur fakat piyasa şu an bu indirim beklentisine adeta ölüm kalım gibi bakıyor. Bu da siyasetin de merkez bankasının da işini zorlaştırıyor. 100 puan yapılıp geçilse desek bu beklentiyi o da karşılamıyor. Sadece bu yıl 75 bin esnaf kepenk kapattı.  Sanayi ise son iki yılda 200 binden fazla istihdam kaybetti. Ayakkabıcısı, tekstilcisi, turizmcisi derken her sektör yöneticisinden çalışanını bakışlarını kısmış şekilde indirim bekliyor.

    İşler böyle olunca en makul zemin 200 baz puanlık zeminde gibi görülüyor. Bu zeminde yol alınacaksa bir sonraki toplantıda da 200 geldikten sonra artık bekleme dönemi başlar ki enflasyon hedeflemesi programı devam edecekse en makul yol haritası da bu zaten.

    Bunlarla beraber “CHP davası öncesi piyasaya ve topluma bir sus payı olsun diye 250 hatta belki 300 puan için siyaset talepte bulunur mu?” diye bir düşünsek Ağbal sonrası dönemde o kadar acayip kararlarla karşılaştık ki, artık “olmaz öyle saçma şey” bile diyemiyorum.

    Başka bir acayipliğe daha alıştık. 

    20 seneden fazladır partisi, makamı, derecesi, görevi her ne olursa olsun herhangi bir siyasetçinin en basit bir konuda dahi olsa “hata yaptım” dediğini görmemeye alıştık mesela.

    Türkiye’nin refah seviyesinin en yüksek olduğu dönemde ekonominin başında olan isim geçen gün yazımıza girizgah olan meseleyle yani özelleştirmelerle alakalı samimi bir özeleştiri yaptı.

    Vatandaş çok uzun süredir böyle bir durumla karşılaşmamış olduğundan önce şaşırdı. Sonra trollerin görünüşte büyük hakikatte klavye sahtekarlığına dayalı olduğundan saman alevi formundaki eleştirilerinden gündemde tutuldu. 

    Bu tip meselelerde gerçekten sıradan bir vatandaşa ait olduğuna inandığım yani moda tabirle “yumurta hesap” olmadığına inandığım hesapların yorumlarına çok dikkat ederim. 

    Ne yazık ki, bu ve bu tip meselelerde yorum yapan vatandaşlar için siyaset adeta bir takım tutma hatta holiganca bağlı olma seviyesine düşmüş.

    İçlerinden biri bile her gün bize “ha düştü, ha düşüyor” diye anlatılan enflasyon hikayeleri doğruysa, “ekonomi uçacak, dünya bizi kıskanıyor” iddiaları gerçekse biz bu köprüleri ve otoyolları niye satıyoruz, diye düşünmüyor…

    Türkiye’nin refah seviyesinin en yüksek olduğu dönemin ekonomi patronuna, yani bugün o trollerin savunduğunu iddia ettikleri oluşumun tüm Türkiye’den ve dünyadan takdir topladığı dönemdeki versiyonunun kurucularından birine; insanlara türlü iftiraları atmak, kamuoyu oluşturmak ve gerektiğinde insanımızı manipüle etmek için para alan üç beş adı sanı dahi belli olmayan tel maşadan cesaret alıp hiç anlamadıkları ekonomi meselesi üzerinden ahkam kesiyorlar.

    Halbuki dünyanın tüm demokratik ve (Amerika gibi medeniyetsiz gelişmiş bir ülkeyi istisna tutuyorum) gelişmiş ülkelerinde bu tip örnekleri çokça var olduğundan kimse bunlara şaşırmıyor. Aksine vatandaş ve gazeteciler yöneticileri sıkıştırıyor. İnsani bir şekilde kimseyi aptal yerine koymaya yeltenmeden iyi niyetlerinin ve faydalı amaçlarının çerçevesinde yaptıkları bazı icraatlar hakkında halka açıklama yapıyorlar ve gerektiğinde özeleştiriden kaçınmıyorlar. Yani seçilmişler Tanrı rolüne soyunmadan seçenlerin karşısında asla yanılmayan, asla yanlış yapmayan, asla adaletten sapmayan komik bir tiyatro sergilemeye yeltenmeden sıradan insanlar olarak çıkabiliyorlar. 

    Hepsi değil tabi, sadece gelişmiş ve demokrat bir ülkede olmak yetmiyor. Bu ülkelerde de Tanrı rolü oynamak isteyen çok var. Fakat kolay kolay alanlarını genişletemiyorlar. Geçmiş kötü tecrübelerden ders çıkarmış insanlar.

    Biz mesele demokrasi ve kurumlarını içselleştirme, çoğulculuğu anlama ve kavrama hususunda ne yazık ki bazen siyasetçileri bazen darbeci askerleri yüzünden geri kaldık. Ülke uzun yıllar ya ekonomik krizlerle boğuştuğundan ya da düşman ülkelerin desteklediği darbeler yüzünden hep geri kaldı. Demokrat olmaya zaman bulamadık. Zaman isteyen, zihinsel manada bir yanı evrimsel olan bir sürece ihtiyaç var.

    Yine de böyle bir dönemde ve coğrafyada demokrat tavrından asla vazgeçmeyen, istisnasız her rakibinden farklı olacak şekilde özeleştiri yapabilen, muhteşem bir kariyere sahip, tüm rakipleriyle kıyaslanacak şekilde“hangisi en güvenilir?” sorusuyla muhatap olunsa açık ara adı birinci sırada yazacak olan başarılı bir devlet adamına artık daha farklı bir gözle bakmanın, ülkenin ilerleyen süreçte kendisinin tecrübelerine ihtiyacı olabileceğini düşünmenin, en az özeleştirisi kadar Türkiye’nin ihtiyacı olan ekonomik programı da kendisinden can kulağı ile dinlemenin ve gerçekten bu ülkede neler olduğunu anlamanın yani özetle holiganlıktan, taraftarlıktan kurtulup bunun bir oyun değil memleket meselesi olduğunu anlamanın zamanı geldi diye düşünüyorum…

    Kapanışı köprüler ve otoyollarla ilgili bir hatırlatmayla gerçekleştirelim.

    2012 bunlara Koç ve Ülker ortak talip olmuştu. 5.8 milyar dolarla ihale sonuçlanmıştı. “7 milyar dolardan aşağıya verilmez” denilip izin verilmemişti.

    Bakalım kaça gidecekler. “Köprüsünü Satan Bilge” operasyonu kaç milyar dolarla kapanacak, göreceğiz.

    Özelleştirme gelirleri için bir sonraki sene 185 milyar TL denilmiş ya hani. Bu rakam 5 milyar dolar bile etmiyor.

    Unutmuşuzdur. Bir hatırlatayım dedim…

  • 08.09.2025

    Tüm dünyayı ayağa kaldıran benzersiz vahşette bir soykırımla karşı karşıya olduğumuz dönemde İslam Alemi’nin tarihsel liderliğine, miras sahibi ülke olması nedeniyle her daim aday olan Türkiye kendinden beklenenin yüzde birini bile yapamadı.

    Aynı şekilde bırakın din kardeşi olduğumuzu, sırf insan oldukları için bile üzüntüden deli olmamız gereken Filistinliler vatandaşlarımızın gündeminde ilk üçe bile giremedi. Ekonomik kriz ve siyaset hepimizin gözünü ve gönlünü kör etti.

    Mehmet Akif Ersoy meğer o şiiri bize yazmış.

    “Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile… 

    Âlem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nâfile! 

    Kaç hakîkî müslüman gördümse, hep makberdedir; 

    Müslümanlık, bilmem amma, gâlibâ göklerdedir!”

    Dini, dili, ırkı, mezhebi, partisi farketmez Allah bir  kelime söyleyerek bile olsa bu vahşete karşı duranlardan sonsuz razı olsun, diyelim ve artık perdenin arkasına başımıza uzatalım.

    Dünyada ve dolayısıyla Türkiye’de medyanın her türlüsü aracılığı ile ister istemez gözümüze sokulanın haricinde gerçekten ne olduğunu anlamak için aylar önce çok sayıda stratejist/ekonomistin arasından seçerek takip listeme kaydettiğim isimler azala azala en sonunda üç kişininkine kadar indi. 

    Elbette çok sayıda uzmanın yorumundan yararlanarak meseleleri okumaya çalışıyorum. Fakat üç ismin yeri çok ayrı. Bunlardan biri olan Erkan Öz’ün dillendirdiği Taşçılar-Kağıtçılar Tezi gerçekten ilgi çekici. Bir çok ülkede bu tezi dillendirenler olmakla beraber Türkiye’de anlatıcısının kendisi olması ve olayların Türkiye’ye yansımalarını söz konusu tez üzerinden başarıyla okuması  Erkan Bey’i özel biri haline getiriyor.

    Özetle anlatmaya çalışacağım bu tez, dünyanın en büyük yatırım bankalarının sahibi olmak suretiyle dünyanın bütün ülkelerinin borsalarında hisse senetleri işlem gören istisnasız tüm firmalarla doğrudan ya da dolaylı olarak hem ortaklık kuran hem de finans sağlayan bir elit grubun, en nihayetinde iki ailenin liderliği ve kontrolü altında olduğunu halka açık ortaklık payları üzerinden ispatlayıp bu iki ailenin de her ne kadar her işte, her sektörde, her firmada ortak olasalar da aralarındaki mücadelenin son birkaç yıl içinde kavgaya dönüştüğünü anlatıyor. Kavganın nedeni bundan sonraki hayatta insanlığın ne yöne, yani hangi ailenin istediği yöne gitmesi hususundaki anlaşmazlık. 

    Kim kazanırsa ötekini yutmayı başaracak olduğundan bu kavga, modern bankacılık sisteminin doğduğu günden bugüne yaşanacak en büyük kavga. Yani son üç asırdır eşi görülmemiş bir fenomenle karşılaşmak üzeriyiz.

    Teze göre ülkemiz de dahil dünyada yaşanan her gelişme bu kavgayla ilintili. Tüm dünya ekonomilerini ve dolayısıyla siyasetini esir almış durumdaki bu iki aile bir birini yutmak için asırlardır gün sayıyor. Asırlardır biri diğerini geçemesin diye her işte ortaklık ediyorlar. Akıl almaz derecede vahşi bir rekabet söz konusu. O rekabetten çıkan küçük kıvılcımlar bazen şiddetine göre bölgesel bir çatışmaya, bazen darbelere, bazen iç savaşlara ve bazense ne yazık ki katliamlara, savaşlara hatta alevlendiklerinde dünya savaşına neden oluyor.

    Son yıllarda sayıları ve şiddetleri artan kıvılcımlar tüm dünyayı yangın yerine çevirmek üzere…

    Bu tüm dünyanın finansal kuruluşlarının, küresel markaların, dünyayı yöneten silah ve teknoloji şirketlerinin, medya ordularının ortadan ikiye bölünmesi demek.

    Elbette o kadarına izin verilmeden birinden biri çok ağır yara alıp yok olma ihtimaliyle karşılaşınca pes edip bir gün intikamını almaya hayaliyle belirsiz bir süre çerçevesinde diğerinin kontrolüne girecek. Ama üstünlük mücadelesinin zirve yaptığı noktada sıçrayan yakıcı kıvılcımların nelere sebep olabileceği düşünüldüğünde zihinler durma noktasına geliyor.

    Erkan Öz yayınlarında Taşçıları, dünyayı elle tutulabilen varlıklarla, yani petrol gibi enerji kaynaklarıyla, sanayiye ürünleriyle, madenlere vb. dünyayı yönetmeye çalışanlar olarak tanımlarken, Kağıtçılarıysa finansal türev ürünlerle, merkez bankalarıyla, borsalarla, sanal teknoloji inovasyonlarıyla, elle tutulamayan hayali varlıkların menkul kıymetleştirilmesiyle işi yapmaya çalışanlar olarak resmediyor.

    Tüm dünyadaki kargaşayı bir kutuya sığdırmaya çalışsak tam da tezin sahip olduğu ölçülere ihtiyacımızın olması onu son derece kıymetli hale getiriyor.

    Hele ki Türkiye ve komşularının içeride ve dışarıda başına gelenler düşünüldüğünde “ancak bu kadar olur” dememek elde değil.

    İki kötünün savaşının ortasında yapmamız gereken tek şey var: Kazanacağından emin olduğumuz tarafta olmak. 

    1. Dünya Savaşı’nda Almanya’yı tercih ettiğimiz ve sonuçta felakat bir yenilgi yaşadığımız için o dönemin aktörlerini eleştirenler çoktur. Tercih hakkımız olduğuna inananların sesinin yüksek çıkması sizi yanıltmasın. Yoktu. Almanlarla ittifaka mecburduk. 

    İkinci savaşta böyle bir tercih yapmak zorunda kalmamamız, daha doğrusu müthiş bir sabırla direnmemiz Türkiye’nin büyük başarısıydı.

    Şartlar yine bizi ilk savaştaki gibi tercih yapmaya zorunlasa da pozisyonumuzun tek olumlu tarafı az da olsa seçme hakkımızın var olması.

    Tezin takvimine göre tüm dünya ülkelerinin ve dolayısıyla Türkiye’nin tarafını seçmek için maksimum 12 ayı var. 

    “Bu iki grubu birbirinden ayıran en bariz çizgi nedir?” derseniz, biri ulus devletli günümüz dünyasını teknolojinin imkan verdiği ölçüde modernize edip yola devam etmek isterken diğeri ise din, dil, ırk, cinsiyet gibi insanlığı kategorize eden meseleleri bir kenara bırakmayı, bunları kültürel zenginlikten öteye geçirmemeyi, dünya vatandaşlığı şemsiyesi altında yaşamayı ve günümüz dünyasının değerlerinin yerine silbaştan yenilerini oluşturmayı teklif ediyor.

    Taraflar Çin ya da ABD arkasında saf tutuyor gözükseler de izlediğimiz mücadele aslında ABD-İngiltere arasında yaşanıyor. Devletlerin değil bu devletlerde yerleşik en güçlü sermaye tröstlerinin savaşı. Teoriye göre işaret edersek iki ailenin savaşı.  

    Gelelim en bariz ortak noktalarına…. İkisinin de sonunun farklı konseptlerde bile olsa net bir şekilde günümüzde yaşanandan daha ağır bir modern kölelik olması!

    “Yok mu bu işin bir kaçarı? diye düşünenlere cevap: Elbette var.

    Zaten bu yazımı da bu ihtimalin önemini ifade etmek kaleme aldım. Doğru tercihi bu soru üzerinden yapmamız lazım. Tekrarı yok.

    Selamlar…

    (Not: Takip listemdeki diğer iki ismin tezlerini de en kısa zamanda kaleme almayı planlıyorum.)

  • Gündemi çok dolu bir hafta oldu. Agro Tv ve Tv5 yayınlarında paylaştığım görüşlerim…

    18.08.2025